Ana Sayfa Blog

Yapay Zekâ Geri Çekilmiş Makaleleri Ayırt Edemiyor

0

Bilimsel literatürde geri çekilmiş makaleler, araştırma bütünlüğünü korumak için kullanılan en sert ve görünür uyarı işaretleridir. Ancak Retraction Watch’ta 19 Kasım 2025’te yayımlanan yeni bir çalışma, hızla yaygınlaşan yapay zekâ sohbet botlarının bu kritik uyarı işaretlerini tanımakta son derece zorlandığını gösteriyor. Araştırmacılar, özellikle ChatGPT ve benzeri araçlara yönelen akademisyenlerin, bu modellerin verdiği yanıtları “otomatik doğruluk filtresi” gibi kullanmaları hâlinde ciddi hatalara davetiye çıkardıkları konusunda uyarıyor (https://retractionwatch.com/2025/11/19/ai-unreliable-identifying-retracted-research-papers-study/).

Çalışmayı yürüten Campinas Eyalet Üniversitesi’nden Konradin Metze ve ekibi, aslında oldukça basit bir deney tasarladı. Anesteziyoloji alanındaki büyük bilimsel sahtecilik skandalıyla bilinen Joachim Boldt’un yayınlarından oluşan bir listeyi 21 farklı yapay zekaya sundular. Listenin içinde en çok atıf alan geri çekilmiş Boldt makaleleri, yine en çok atıf alan ama geri çekilmemiş Boldt yayınları ve ayrıca soyadı Boldt olan başka yazarların yazdığı makaleler yer alıyordu. Toplam 132 referansın her biri için botlardan tek bir şey istenmişti: Bu makale geri çekildi mi, çekilmedi mi?

Sonuç çarpıcıydı. Sohbet botlarının çoğu, geri çekilmiş makalelerin yarısından azını doğru olarak tanımladı. Üstelik yalnızca “kaçırmakla” kalmadılar; geri çekilmemiş makalelerin de hatırı sayılır bir bölümünü yanlışlıkla geri çekilmiş gibi işaretlediler. Bu, hem duyarlılık hem de özgüllük bakımından ciddi bir zayıflık anlamına geliyor: Yapay zekâ, hem yanlış güvence veriyor hem de sağlam makalelere gereksiz şüphe düşürüyor.

Araştırma ekibi üç ay sonra deneyin bir kısmını tekrarladığında daha da ilginç bir tabloyla karşılaştı. İlk turda botlar genellikle kesin ifadeler kullanırken, ikinci turda “muhtemelen geri çekilmiş olabilir” veya “daha fazla inceleme gerektiriyor” gibi muğlak ve kaçamak cümleler kurmaya başladılar. Araştırmacılar bu değişimi, modellerin “yanlış bir kesinlik sunmak” ile “belirsiz ifadelerle kendini kurtarmaya çalışmak” arasında gidip geldiği şeklinde yorumluyor.

Retraction Watch haberinde, Sheffield Üniversitesi’nden Mike Thelwall’ın kısa süre önce yayımladığı başka bir çalışma da hatırlatılıyor. Thelwall, geri çekilmiş ya da hakkında ciddi şüpheler bulunan 217 makaleyi ChatGPT’ye toplam 6510 kez değerlendirdi. Bu binlerce cevabın hiçbirinde, ChatGPT makalenin geri çekildiğini, hakkında soru işareti olduğunu ya da bilimsel sorun içerdiğini belirtmedi. Aksine, bazı geri çekilmiş makaleleri “yüksek kaliteli çalışma” olarak övdüğü bile görüldü. Bu durum, yapay zekânın yalnızca retraction bilgisini kaçırmakla kalmadığını, aynı zamanda hatalı veya sahte bilimsel bulguları övgüyle yeniden üretebildiğini de gösteriyor (https://sheffield.ac.uk/ijc/news/new-research-suggests-chatgpt-ignores-article-retractions-and-errors-when-used-inform-literature?utm_source=chatgpt.com).

Sorun yalnızca tanımada değil. Journal of Advanced Research’ta yayımlanan bir başka çalışma, sohbet botlarının verdiği cevaplarda geri çekilmiş makaleleri kaynak olarak kullandığını ortaya koydu. Bu da yapay zekânın, bilimsel literatürde artık geçersiz sayılan bilgileri yeniden dolaşıma sokabildiği anlamına geliyor. Akademik dünyada gittikçe daha fazla kişi ChatGPT gibi araçları hızlı özet çıkarmak, araştırma fikri geliştirmek veya literatüre hâkim olmak için kullanırken, geri çekilmiş bilgilerin yeniden dolaşıma girmesi giderek büyüyen bir risk haline geliyor.

Bilim sosyoloğu Serge Horbach, bu gelişmeleri “açık bir uyarı” olarak nitelendiriyor: LLM modelleri, geri çekilmiş makaleleri ayıklamak için uygun araçlar değil. Yapay zekâ modellerinin eğitim verisi hem tarihsel olarak gecikmeli hem de retraction bilgilerinin dağınık biçimde yayımlandığı bir sistemden besleniyor. Bir makalenin geri çekildiğine dair bilgi yalnızca dergi sayfasında, yalnızca PubMed’de ya da yalnızca Retraction Watch veri tabanında görünür olabiliyor. Bu parçalı yapıyı güvenlikle ve doğrulukla taramak, bugünkü sohbet botlarının teknik kapasitesinin oldukça ötesinde.

Academic Solidarity açısından bu bulgular, özellikle sürgündeki veya güvencesiz koşullarda çalışan akademisyenler için özel bir anlam taşıyor. Araştırma altyapısına erişimin sınırlı olduğu durumlarda ChatGPT gibi araçlar cazip bir hız ve kolaylık sunuyor. Ancak bu kolaylık, geri çekilmiş veya hatalı bilgilere dayalı çalışmaların fark edilmeden yeniden üretilmesi riskini beraberinde getiriyor. Politik, hukuki veya insan hakları alanlarında çalışan araştırmacılar için bu risk daha da ağır olabilir; yanlış bilgi yalnızca bilimsel bir hata değil, aynı zamanda politik bir manipülasyonun kapısını da aralayabilir.

Bu tablo, yapay zekânın araştırma süreçlerinde tamamen dışlanmasını gerektirmiyor; ancak kritik bir sınırı hatırlatıyor: ChatGPT ve benzeri modeller, geri çekilmiş literatürü tespit etmek için güvenilir bir filtre değil. Bu araçlar en fazla not tutmaya, metni sadeleştirmeye, tartışma fikri üretmeye yardımcı olabilir. Fakat bir makalenin gerçekten geri çekilip çekilmediğine karar verme işi, günümüzde halen insan araştırmacının sorumluluğunda olmalı. Bilimsel bütünlüğün asıl yükünü taşıyan da bu sorumluluk oluyor.

Akademi ile Reel Sektör Arasındaki İşbirliğinde Daha Çok Yürünecek Yol Var

0

Academic Solidarity Derneği bu hafta akademi ile reel sektör arasındaki ilişkiyi mercek altına alıyor. Üniversitelerin inovasyon ve kalkınmadaki kritik rolü giderek güçlenirken, iki taraf arasındaki işbirliğinin hâlâ potansiyelin belirgin şekilde altında olduğu görülüyor. Bu durum yalnızca Türkiye’de değil, Almanya ve diğer OECD ülkelerinde de benzer şekilde gündemde. OECD’nin üniversite–sanayi işbirliğine ilişkin son raporunda, ülkeler genelinde işbirliğinin beklentilerin altında kaldığı, bunun nedenleri arasında bürokrasi, finansman zorlukları ve iki kurumun farklı çalışma ritimleri olduğu belirtiliyor (OECD 2023, https://www.oecd.org/sti/university-industry-collaboration.htm).

Akademiye yönelik “sırça saraylarda çalışma” eleştirisi ise kamuoyunda sıkça gündeme geliyor. Akademik dünyayı analiz eden araştırmacılar, yayın baskısı, yüksek ders yükü ve idari görevlerin akademisyenlerin zamanının büyük kısmını tükettiğini; bu durumun dış sektörle ortak çalışmayı zorlaştırdığını ortaya koyuyor (Altbach 2015, https://doi.org/10.6017/ihe.2015.79.5837). Avrupa Komisyonu da benzer şekilde, akademi ve sektör arasında “farklı motivasyonlar ve iletişim eksikliği” nedeniyle sistematik bir kopukluk bulunduğunu vurguluyor (European Commission 2021, https://place-based-innovation.ec.europa.eu/publications/higher-education-smart-specialisation-handbook_en).

Öte yandan reel sektörün üniversiteleri ne kadar etkili kullandığı da tartışma konusu. Türkiye’deki işletmelerin üniversiteleri genellikle nitelikli mezun sağlayan kurumlar olarak gördüğü, Ar-Ge ve inovasyon odaklı ortak projelerin hâlâ sınırlı kaldığı belirtilmektedir (https://www.yok.gov.tr/documents/documents/68c01f9a0dc63.pdf). Almanya’da durum daha iyi olsa da tamamen farklı değil. Stifterverband ve CHE’nin hazırladığı “Transferindikator Deutschland” raporu, Almanya üniversitelerinde dahi sektörel işbirliğinin potansiyelin altında kaldığını gösteriyor (Stifterverband & CHE 2022, https://www.stifterverband.org/transferkompass).

Sektörün üniversitelerden beklentisinin karşılanamamasının önemli nedenlerinden biri de uygulama pratiği eksikliği. Dünya Ekonomik Forumu’nun “Future of Jobs” raporu, üniversite mezunlarının pek çok ülkede pratik beceri açısından iş dünyasının ihtiyaçlarını karşılamakta zorlandığını belirtiyor (WEF 2020, https://www.weforum.org/reports/the-future-of-jobs-report-2020).

Akademi–sektör ilişkisini zayıflatan bir diğer faktör ise karşılıklı güvensizlik. Research Policy dergisinde yayımlanan kapsamlı bir derleme, sektörün akademiyi “yavaş ve soyut”, akademinin ise sektörü “sabırsız ve ticari kaygılı” bulduğunu ortaya koyuyor. Bu durumun temelinde iletişim eksikliği, farklı motivasyonlar ve aracı kurumların zayıflığı yatıyor (Perkmann et al. 2013, https://doi.org/10.1016/j.respol.2012.09.007).

Dünyadaki başarılı örnekler, bu kopukluğun aşılabileceğini kanıtlıyor. Almanya’daki Fraunhofer Enstitüleri’nin gelirlerinin yaklaşık %70’inin özel sektör projelerinden gelmesi ve kurumun uygulamalı araştırma konusundaki küresel başarısı, güçlü bir model oluşturuyor (Fraunhofer Jahresbericht 2023, https://www.fraunhofer.de/en/annual-report.html). ABD’de Stanford ve MIT çevresinde gelişen üniversite–startup ekosistemi ise akademik araştırmaların hızla ticarileşmesini mümkün kılıyor (Roberts 2019, https://www.nowpublishers.com/article/Details/ENT-093). İsveç ve Hollanda gibi ülkelerde belediye–üniversite–sanayi üçgeniyle yürütülen yerel yenilik programları, işbirliğinin nasıl kurumsallaşabileceğine dair iyi örnekler sunuyor.

Peki akademi ve reel sektör nasıl daha verimli çalışabilir? OECD’nin işbirliği politikalarına ilişkin analizine göre ortak fon mekanizmaları, vergi teşvikleri ve teknoloji transfer ofislerinin güçlendirilmesi sürdürülebilir bir işbirliği için kritik adımlar arasında yer alıyor (OECD 2019, https://www.oecd.org/sti/university-industry-collaboration-policies.htm). Avrupa’da giderek yaygınlaşan sanayi doktora programları, akademisyenlerin danışmanlık yapması ve sektörle ortak proje kültürünün geliştirilmesi de sık önerilen stratejiler arasında.

Akademi ile reel sektör arasında gözle görünür bir mesafe bulunsa da kullanılmayan büyük bir potansiyel olduğu açık. Dijitalleşme, yapay zeka, sürdürülebilirlik ve küresel rekabet gibi alanlarda her iki taraf da birbirine geçmişe kıyasla çok daha fazla ihtiyaç duyuyor. Doğru köprü mekanizmaları, güçlü aracı yapılar ve politik desteklerle üniversiteler ile iş dünyası arasında gerçek bir sinerji yaratmak mümkün. Bu işbirliği yalnızca ekonomik büyüme için değil, toplumsal gelişim ve bilimsel ilerleme açısından da kritik önem taşıyor.

Türkiye’de Akademik Özgürlük Dibe Vurdu: “Bu istibdat rejiminin diploması hükümsüzdür”

0

İstanbul Teknik Üniversitesi’nin son mezuniyet töreninde sahneye çıkan öğrenciler, rektörün konuşmasını protesto etti. Tribünlerde oturan aileler protestoya alkışlarla karşılık verdi. Törende yükselen bu ortak tepki, yalnızca bir anlık öfkenin değil, Türkiye’de üniversite yönetimi ve akademik özgürlükler konusunda birikmiş, kolektif bir rahatsızlığın görünür hale gelmesiydi (https://onedio.com/haber/itu-mezuniyet-toreninde-rektorun-konusmasini-protesto-eden-ogrencilere-aileler-alkislarla-destek-verdi-1303148).

Türkiye’de üniversiteler son on yılda belirgin biçimde merkezileştirilmiş bir yönetişim modeline geçti. 2016 sonrası yapılan düzenlemelerle rektör seçimleri tamamen ortadan kaldırıldı ve tüm rektörler Cumhurbaşkanı tarafından atanır hale geldi. Boğaziçi, ODTÜ, İstanbul Üniversitesi, Marmara ve daha birçok köklü üniversite, öğretim üyelerinin tercihi dışındaki atamalar nedeniyle hem akademik hem de kültürel kimliklerinde kırılmalar yaşadı. Bu atamalar yalnızca idari birer karar olarak değil, üniversitelerin tarih boyunca taşıdığı özerklik ilkesinin aşınması olarak değerlendiriliyor.

Söz konusu durum yalnızca üniversitelere özgü değil. Benzer gerilimin liselere kadar indiğini Ankara Fen Lisesi’nin mezuniyet töreninde görüyoruz. Öğrenciler, eğitim ortamlarını şekillendirme hakkının ellerinden alındığını düşünerek okul müdürünü protesto etti. Eğitim alanında katılım ve söz hakkının daraltıldığına dair algı, artık yalnızca üniversiteli gençlerde değil, daha erken yaş gruplarında da hissediliyor (https://ankahaber.net/haber/detay/ankara_fen_lisesi_ogrencileri__mezuniyet_toreninde_okul_mudurunu_protesto_etti_246956).

Boğaziçi Üniversitesi mezuniyet töreninde Doruk Dörücü’nün diplomayı sahnede yırtarak gerçekleştirdiği protesto (https://www.dw.com/tr/i%CC%87mamo%C4%9Flu-protestosu-diplomas%C4%B1n%C4%B1-y%C4%B1rtan-doruk-d%C3%B6r%C3%BCc%C3%BC-serbest/a-73153618), bu dönüşümün en sembolik örneklerinden biri olarak hafızalara kazındı. “Bu istibdat rejiminin diploması hükümsüzdür” sözleri, bireysel bir çıkış gibi görünse de, üniversitenin artık öğrenciler için kendilerini ifade edebilecekleri bir “ev” olma niteliğini kaybettiği hissinin dışavurumuydu. Diplomayı yırtmak, yalnızca eğitim kurumuna değil, bu kurumun temsil ettiğine inanılan kültürel anlamlara yönelik bir itirazdı.

Bu gelişmeler Türkiye’ye özgü değil. Aynı dönemde ABD’de (https://www.independent.co.uk/news/harvard-university-donald-trump-university-of-kentucky-education-department-phoenix-b2742772.html) ve başka yerlerde de (https://www.belfasttelegraph.co.uk/news/northern-ireland/ulster-university-accused-of-censorship-after-removing-palestinian-flag-footage-from-graduation-video/a231930227.html) üniversiteler kampüs protestoları ve politik baskılar nedeniyle mezuniyet törenlerini iptal ediyor, semboller yasaklanıyor, öğrencilerin söz hakkı sınırlandırılıyor. Akademik alanın siyasileşmesi ve yönetimlerin özgür ifade karşısında tedbir alma refleksi, küresel ölçekte benzer bir yönelim sergiliyor. Bilginin uluslararası dolaşımı gibi baskı biçimleri de artık sınır tanımıyor.

İTÜ’de tribünlerden yükselen alkış, önemli bir eşik işareti verdi. Bu kez yalnızca öğrenciler konuşmadı; aileler de sahneye dönük baskıyı kabul etmediklerini gösterdi. Bu destek, akademik özgürlüğün yalnızca akademisyenlerin ya da öğrencilerin iç tartışması değil, toplumun geleceğini belirleyen ortak bir değer olduğunu hatırlattı.

Mezuniyet törenleri, bir üniversitenin kendini nasıl tanımladığını gösteren ritüellerdir. Eğer bu ritüeller sessizliğe zorlanıyorsa, üniversitenin düşünsel alanı da daralıyor demektir. Bugün Türkiye’de mezuniyet sahnesinde yaşananlar, yalnızca bir törenin değil, bir kamusal aklın, bir eleştiri kültürünün ve bir toplumsal geleceğin nasıl şekilleneceğine ilişkin bir tartışmadır.

Ve belki tam da bu nedenle, İTÜ’deki o alkış bir protestodan daha fazlasıdır. akademik özgürlüğün en temel ifadesi şudur: Bilgi, ancak özgürce üretildiğinde anlam taşır. Bu cendereden çıkmanın yolu halkın akademiye yapılan baskılara toplu halde tepki vermesi ve politikacıları uyarmasından geçiyor.

Ve bu cendereden çıkmanın yolu, halkın akademiye yapılan baskılara toplu halde tepki göstermesi ve politikacıları bu konuda uyarmasından geçer. Üniversite toplumdan kopuk değildir; toplumun sessiz kaldığı yerde üniversite de susturulur.

Entegrasyon Paradoksu Gerçek mi? Almanya’da Göçmen Çocukları Neden Daha Az Mutlu?

0

Almanya’da yaşam memnuniyeti 2025 itibarıyla yüksek bir düzeyde seyrediyor. Federal Nüfus Araştırma Enstitüsü’nün (BİB) son bulgularına göre, ülke genelinde ortalama yaşam memnuniyeti 10 üzerinden 7,1 civarında (https://www.bib.bund.de/DE/Presse/Mitteilungen/2025/2025-10-29-BiB-Monitor-Wohlbefinden-2025-Wie-zufrieden-sind-Ein-und-Ausgewanderte.html). Bu oran, geçen yıla kıyasla büyük bir değişim göstermiyor. Batı eyaletlerinde durağan, doğu eyaletlerinde ise hafif bir artış söz konusu. Ancak genel refah düzeyinin ardında önemli farklılıklar bulunuyor: Özellikle göçmen kökenli bireyler arasında kuşaklar arası farklar dikkat çekici (https://www.tagesspiegel.de/politik/zufriedenheit-sinkt-in-zweiter-generation-nachkommen-von-migranten-unzufriedener-als-selbst-eingewanderte-14693411.html).

Araştırmalar, Almanya’ya sonradan göç etmiş kişilerin, yani birinci kuşak göçmenlerin yaşamlarından görece daha memnun olduklarını ortaya koyuyor. Buna karşın, Almanya’da doğup büyüyen göçmen çocuklarının memnuniyet düzeyi hem ebeveynlerinden hem de göçmen kökeni olmayan akranlarından daha düşük. BiB verilerine göre, göç geçmişine sahip çocuk ve gençlerin yaşam memnuniyeti ortalaması 6,3 puana kadar düşüyor (https://www.zeit.de/gesellschaft/2025-10/integration-migration-zufriedenheit).

Bu bulgu, sosyolog Aladin El Mafaalani’nin “entegrasyon paradoksu” kavramını hatırlatıyor. Mafaalani’ye göre başarılı entegrasyon, aynı zamanda yeni bir gerilim potansiyeli yaratır. Çünkü göçmen kökenli yeni kuşaklar yalnızca topluma katılmakla kalmaz, söz sahibi olmak, yönetime ve karar süreçlerine dâhil olmak ister. Ancak bu beklentiler tam karşılık bulmadığında, aidiyet duygusu zedelenir ve memnuniyet azalır (https://www.mafaalani.de/integrationsparadox). Birinci kuşak, Almanya’yı genellikle kendi köken ülkeleriyle kıyaslayarak elde ettikleri kazanımlara odaklanırken; ikinci kuşak, toplumsal eşitliği ve kabulü doğal bir hak olarak gördüğünden eksiklikleri daha keskin biçimde algılıyor olabilir.

Bu durumun arkasında yalnızca psikolojik değil, yapısal nedenler de bulunuyor. Eğitimde fırsat eşitsizlikleri, iş piyasasındaki ayrımcılık, konut erişimi ve kimlik temelli dışlanma hâlâ belirgin. Dil yeterliliği, yüksek eğitim düzeyi ve istihdama katılım artık tek başına memnuniyeti garanti etmiyor. Aksine, topluma entegre oldukça farkındalık artıyor, beklentiler yükseliyor ve bu da daha fazla hayal kırıklığına zemin hazırlıyor.

Benzer bir tablo diğer göç ülkelerinde de görülüyor. Hollanda, Kanada ve ABD gibi ülkelerde yapılan araştırmalar, birinci kuşak göçmenlerin genellikle daha iyimser olduğunu; buna karşılık, ikinci kuşakların aidiyet ve kimlik meseleleriyle daha fazla mücadele ettiğini gösteriyor. Hollanda’da yapılan bir araştırmada, yüksek eğitimli ve iyi entegre olmuş göçmenlerin bile daha fazla ayrımcılık algıladıkları saptanmıştı (https://en.wikipedia.org/wiki/Integration_of_immigrants).

Almanya’nın kapsamlı entegrasyon politikaları, dil kursları, vatandaşlık reformları ve istihdam teşvikleri yaşam kalitesini genel olarak artırmış olsa da, bu politikalar her zaman ikinci kuşağın öznel refahını güçlendirmeye yetmiyor. Refah yalnızca ekonomik göstergelerle değil, bireylerin kendilerini toplumun değerli bir parçası olarak hissedip hissetmemeleriyle ölçülmeli.

Sonuç olarak, Almanya’daki genel yaşam memnuniyeti yüksek olsa da, göçmen çocuklarının daha düşük memnuniyet düzeyi, toplumsal bütünleşmenin yalnızca istihdam veya eğitimle sağlanamayacağını hatırlatıyor. Refah, yalnızca gelir veya güvenlik değil; aynı zamanda tanınma, eşitlik ve aidiyet duygusudur. Entegrasyonun ikinci aşaması, artık insanların yalnızca “yerleşmesi” değil, “kendini evinde hissetmesi” meselesidir. Bu nedenle yeni politikalar, özellikle ikinci kuşak göçmenlerin toplumsal katılımını ve öznel iyi oluşunu artıracak biçimde tasarlanmalıdır.

Almanya’daki Göç Tartışmalarında Rakamların Yükselmesi ve Sertleşen Söylem Kime Yarıyor?

0

Almanya’da göç konusu bugünlerde hem rakamlarla hem de siyasetin yönüyle dikkat çekici bir dönemeçte. 2024 yılı, Almanya’nın zorla geri gönderme (Abschiebung) sayısında son yılların en yüksek seviyesine ulaştı. Yıl boyunca 20.084 kişinin sınır dışı edildiği kayıtlara geçti; 2025’in ilk yarısında ise 11.807 kişilik yeni bir sınır dışı dalgası yaşandı (https://www.bundestag.de/presse/hib/kurzmeldungen-1109918). Bu artış, gönüllü dönüşlerin de hızlanmasıyla paralel bir görünüm sergiliyor: REAG/GARP ile 2024’te yaklaşık 10.225 kayıtlı gönüllü dönüş gerçekleşti, ayrıca eyaletlerin destek programları aracılığıyla 10.000’den fazla kişi ülkeyi gönüllü şekilde terk etti. İlk yarıda gönüllü geri dönüşler de yaklaşık 24.600 düzeyine ulaştı (https://mediendienst-integration.de/flucht-asyl/abschiebungen.html). Bu tablo, göçmen karşıtı söylemlerle sertleşen bir politikayı yansıtıyor.

Ancak tablo sadece tek yönlü değil. Almanya ekonomisi, göçmenlerin katkısı olmadan pek çok sektörde varoluşsal bir sıkıntıyla karşı karşıya. 2024 sonunda yabancı uyruklu çalışan sayısı 6,3 milyon olarak ölçüldü; bu da toplam istihdamın yaklaşık yüzde 16,1’ini oluşturuyor. Kurumların analizleri, Almanya’nın her yıl yaklaşık 400.000 net göçmen işgücüne ihtiyaç duyduğunu öne sürüyor (https://mediendienst-integration.de/migration/arbeitskraefte.html). Yani sert sınır politikaları ve göçmen karşıtı söylemler, ekonomi açısından ciddi bir çelişki yaratıyor. Göçmenlerin doldurduğu pozisyonlar (bakım, sağlık, inşaat, hizmet sektörü ve pek çok teknik meslek) yeri doldurulamaz nitelikte sayılıyor.

Siyaset alanında ise farklı bir dinamik işliyor. Başta iktidar ve diğer büyük partiler, göç karşıtı bir yaklaşım benimseyerek kendilerini alternatif olarak konumlandıran Alternative für Deutschland (AfD)’nin çizgisine yaklaşma eğiliminde. Ama siyasal bilim araştırmaları, ana akım partilerin radikal sağın çerçevesini benimsemesinin, radikal sağa gündem ve meşruiyet kazandırdığını ve nihayetinde seçmeni ikna etmekten çok, haklılaştırma etkisi yaratabileceğini gösteriyor. Bu bakış açısıyla değerlendirildiğinde, göçmen karşıtı stratejilerle AfD’nin eleştirisini “önlemek” isteyen yaklaşım, tam tersine ırkçı ve dışlayıcı söylemin altını çizme riski taşıyor (https://www.theguardian.com/world/2025/oct/18/german-far-right-setting-agenda-as-opponents-amplify-its-ideas-study-finds).  

Almanya’nın şu anda içinde bulunduğu durum, iki yönlü bir sorunsalla karşı karşıya: Bir yanda göçmen nüfusunun artan geri gönderme ve gönüllü çıkış oranlarıyla birlikte göçmen politikalarının sertleşmesi; öte yanda göçmenlerin ekonomideki önemi, yerlerinin kolay dolmayacağını ortaya koyuyor. Bu çelişkili görünüm, ülkenin göç ve entegrasyon stratejisi açısından bir kırılma noktasına işaret ediyor. İktidar partilerinin, AfD karşısında kendi prestij ve konumlarını korumak adına göçmen karşıtı politikaları yumuşak ya da geçici çözümlerle uygulaması, hem ekonomik hem de toplumsal açıdan sürdürülebilir değil.

Gerçek fayda, göçmen karşıtı söylem ve politikalardan ziyade göçü yöneten, şeffaf ve kapsayıcı mekanizmaların geliştirilmesinde yatıyor. Hızlı tanıma süreçleri, işgücü göçü için öngörülebilir ve adil yollar, yerel düzeyde entegrasyonu destekleyen programlar… Bunlar göçmenlerin ülkeye katkısını artırırken, kamu güvenliği ve toplumsal uyumu da zedelemeden ilerlenmesini sağlayabilir (https://www.tagesschau.de/wirtschaft/arbeitsmarkt/einwanderer-mangelberufe-wirtschaft-100.html). Irkçı ve dışlayıcı söylemler Türkiye, Suriye, Eritre gibi farklı ülke kökenlerinden gelen doktor, hemşire, teknisyen ve eğitimli işgücünün entegre olmasını zorlaştırır. Oysa ekonomik ve demografik ihtiyaçlar göz önüne alındığında, bu tür bir entegre yaklaşım Almanya için daha mantıklı ve sürdürülebilirdir.

Bugünün Almanya’sı için kritik soru şu: Geri gönderme rekorlarının ve gönüllü dönüşlerdeki artışın yankılarıyla göçmen politikalarını sıkılaştırmak mı yoksa göçü yapılandırmak ve fırsata çevirmek mi? Cevap, mevcut veriler ışığında belli görünüyor: Sertleşme, geçici bir tepki yaratabilir ama uzun vadede hem ekonomiye hem de toplumsal uyuma zarar verebilir. Öte yandan, göçü yönetilebilir hale getiren, entegrasyonu destekleyen ve emeğin değerini görebilen bir yaklaşım Almanya için hem rasyonel hem de etik bir tercih olacaktır.

Devlet Okulu Omurgası Sağlam Olmakla Birlikte Almanya’da Matematik ve Fen becerilerinde Dramatik Düşüş Var

0

Almanya, zorunlu ve ücretsiz ilköğretim-lise yapısını görece eşitlikçi biçimde yürütmüş, özel okul oranı birçok ülkeye göre düşük kalmış bir ülke. Buna karşın öğrenme çıktılarında son yıllarda ivmeli bir düşüş var. 2022 PISA (Program for International Student Assessment) verileri de Almanya’nın matematik ve okumada ölçümlerin başladığı 2000’den beri en düşük seviyeye gerilediğini göstermişti. 16 Ekim 2025’te yayımlanan IQB (Institut zur Qualitätsentwicklung im Bildungswesen) raporu, Almanya’da 9. sınıf öğrencilerinin matematik ile biyoloji-kimya-fizik derslerindeki performansının 2018’e kıyasla belirgin biçimde gerilediğini gösterdi. Sonuçlar, zaten 2022 PISA verilerinin işaret ettiği gerilemeyi teyit ediyor (https://www.destatis.de/DE/Themen/Laender-Regionen/Internationales/Thema/bevoelkerung-arbeit-soziales/bildung/PISA2022.html).

IQB, 2018’e göre matematikte yaklaşık 24 puanlık gerileme tespit etti; fen alanlarında da (biyoloji, kimya, fizik) benzer ölçüde düşüş var. Bu fark, yaklaşık bir eğitim yılı düzeyinde öğrenme kaybına denk düşüyor.  Rapora göre 9. sınıf öğrencilerinin %24’ü matematikte, %25’i kimyada, %16’sı fizikte, %10’u biyolojide Ortaokul Diploması (MSA) için öngörülen asgari standartları dahi karşılayamıyor (https://www.tagesspiegel.de/wissen/lernruckstand-in-ganz-deutschland-neue-bildungsstudie-zeigt-dramatischen-absturz-in-mathe-und-naturwissenschaften-14582699.html).

En iyi performans Saksonya ve Bavyera’da. Bazı eyaletler ise federal ortalamanın belirgin biçimde gerisinde. Hamburg, ülke genelindeki düşüşe rağmen sonuçlarını görece daha iyi koruyan eyalet oldu (https://www.news4teachers.de/2025/10/iqb-bildungstrend-2024-das-ranking-so-schneiden-die-einzelnen-bundeslaender-ab/).

Almanya’da özel okul oranı görece düşük seviyelerde seyrediyor. İlkokul düzeyinde özel okulda öğrenim gören öğrencilerin oranı yaklaşık %5,3, tüm okul düzeylerinde özel okula gidenlerin oranı da yaklaşık %7 civarında (https://data.worldbank.org/indicator/SE.PRM.PRIV.ZS?locations=DE). OECD ülkeleri genelinde ise ilkokul düzeyinde yaklaşık %12, orta düzeyde %15 ve üst ortaöğretimde %20 dolaylarında özel okul oranı görülmekte (https://www.diw.de/de/diw_01.c.453944.de/publikationen/weekly_reports/2009_29_1/private_schools_in_germany__attendance_up__but_not_among_the_children_of_less_educated_parents.html). Dolayısıyla Almanya’nın kamu-okul ağırlıklı sistemini koruduğu ve özel okulların yaygınlığı açısından birçok karşılaştırılabilir ülkenin altında yer aldığı söylenebilir.

IQB-2024 sonuçları, Almanya’nın onlarca yıldır gurur duyduğu kamu temelli eğitim modelinde ciddi bir alarm eşiğine gelindiğini gösteriyor. Matematik ve fen bilimlerinde bir eğitim yılına varan öğrenme kayıpları, yalnızca pandeminin değil, uzun süredir biriken yapısal sorunların da yansıması. Öğretmen açığı, eyaletler arası müfredat farklılıkları, dijital altyapı eksiklikleri ve sosyo-ekonomik eşitsizlikler, artık birbirini besleyen bir döngü oluşturmuş durumda.

Federal düzeyde açıklanan planlarda, öğretmen arzını artırmak (https://www.kmk.org/themen/allgemeinbildende-schulen/lehrkraefte/lehrkraeftebedarf.html), okul saatlerini yeniden düzenlemek (https://www.schulministerium.nrw/presse/pressemitteilungen/iqb-bildungstrend-2024-nordrhein-westfalen-hat-einen-klaren-kompass-fuer) ve özellikle dil yetersizliklerine yönelik destek programları öne çıkıyor. Bazı eyaletler, örneğin Hamburg ve Saksonya, müfredatta matematik ağırlığını artırma ve öğrenme açığını bireysel takiple kapatma girişimlerini başlattı. Ancak bu çabaların kalıcı sonuç verebilmesi için, ülke genelinde ortak bir kalite ve izleme sistemine ihtiyaç var (https://www.deutschlandfunk.de/lehrermangel-deutschland-bildung-100.html).

Almanya hâlâ dünyanın en kapsayıcı eğitim sistemlerinden birine sahip. Ancak mevcut göstergeler, bu başarının sürdürülebilirliği için yapısal bir yenilenmeye ihtiyaç olduğunu gösteriyor. Akademik Solidarity’nin perspektifinden bakıldığında, eğitimdeki bu gerileme yalnızca pedagojik değil, toplumsal eşitlik ve fırsat adaleti açısından da kritik bir sinyal niteliğinde. Devlet okullarındaki başarının düşmesi, insanları daha çok özel okullara yönlendirebilir. Almanya’nın eğitimindeki toplumsal yükü taşımak yalnızca öğretmenlerin değil, aynı zamanda yerel yönetimlerin, üniversitelerin ve sivil toplumun ortak sorumluluğudur.

Yıkımın Küllerinden Bilim ve Barışa Nobel İronisi

0

Her yıl Ekim ayında açıklanan ve insanlığın farklı alanlarında en büyük katkıları tanımlamayı amaçlayan Nobel ödülleri bu yıl da dünya gündemini meşgul ediyor. Alfred Nobel, 1833–1896 yılları arasında yaşamış bir İsveçli kimyager, mühendis ve sanayiciydi. Nobel, patlayıcı icatlarıyla büyük bir servet biriktirdi. Ancak bu başarı patlayıcı teknolojilerinin yarattığı yıkım ile ilişkilendirildi. Hatta bir Fransız gazete 1888’de Nobel’in ölümüyle ilgili yanlış bir veda ilanı yayımlamış ve “Ölüm taciri öldü” başlığı atmıştı (https://www.biography.com/inventors/a45977855/alfred-nobel). Nobel’in, bu durumdan etkilendiği ve vasiyetinde mal varlığının büyük kısmını insanlığa en büyük faydayı sağlayanları ödüllendirmek üzere tahsis ettiği belirtiliyor (https://www.nobelprize.org/).

Nobel ödülünü kazananlar, genellikle ilgili alanda uzun süreli, çığır açan araştırma ya da eylem geçmişine sahip kişiler ya da kurumlardır (https://www.britannica.com/topic/Nobel-Prize/The-prizes). Hem Nobel Bilim Ödülleri’ni alan araştırmacılar hem de Barış Ödülü’nü alan aktivistler çok farklı arka planlara sahip olabilmektedir. Ancak esas tema olarak “dünyayı veya insanlığı daha iyiye götürme yönünde katkı” ön planda tutulmaktadır.

Alfred Nobel’in en bilinen icadı dinamittir: nitrogliserin gibi patlayıcı bir maddeyi daha güvenli ve stabilize bir biçimde kullanıma sokmuştur. Ancak bu icat, özellikle savaş ve yıkım için de kullanılabilir hale geldi. Nobel’in icatlarının bu olumsuz kullanımıyla ilgili bastırdığı hislerin ve kamuoyundaki algının kendisini derinden etkilediği belirtilmektedir (https://www.sciencehistory.org/education/scientific-biographies/alfred-nobel/). İronik bir şekilde, bu patlayıcı icatların milyonlarca insanın ölümüyle doğrudan ya da dolaylı bağlantısı olabileceği düşünüldüğünde, bir silah teknolojisinin mucidi, barış ödüllerinin fonunu oluşturuyor.

Nobel ödülleri, Fizik, Kimya, Fizyoloji ya da Tıp, Edebiyat ve Barış alanında verilmektedir. Bu yılın Kimya Ödülü, “metal-organik çerçeveler” (MOF’ler) alanındaki çığır açan çalışmaları nedeniyle üç kişiye verildi: Omar M. Yaghi, Susumu Kitagawa ve Richard Robson (https://www.washingtonpost.com/world/2025/10/08/nobel-prize-palestinian-omar-yaghi-chemistry/). Yaghi, Filistinli mülteci bir ailenin çocuğu. İsrail’in Filistin’de son yıllarda yaptığı yıkım dikkate alındığında bu durum, “mülteci kökenli bir bilim insanının en prestijli ödüllerden birini kazanması” bağlamında güçlü bir sembol niteliği taşıyor.

Barış Ödülü’nü ise bu yıl “Venezuela halkının demokratik haklarını savunmak için yorulmak bilmez çabaları ve diktatörlükten demokrasiye adil ve barışçıl bir geçiş için verdiği mücadele” nedeniyle Venezuela muhalefet lideri María Corina Machado aldı.

Diğer taraftan, Donald Trump’ın Nobel Barış Ödülü adaylığı konusu ve Beyaz Saray web sayfasında kendisini “barış elçisi” olarak tanıtması büyük tartışma yarattı. Trump, altı ülkede savaşı durdurduğunu iddia ediyor, ancak ödül komitesinin objektif kriterleri temel aldığına dair açıklama geldi (https://www.theguardian.com/us-news/2025/oct/10/trump-nobel-peace-prize-reaction).  

Akademik dayanışma, göç, akademik sürgün ve forced migration temalarıyla çalışan bir dernek olarak, bu yılki Nobel sonuçları bize birkaç önemli mesaj veriyor. Mülteci geçmişli bilim insanları da en prestijli ödülleri alabiliyor. Bu durum göç ve akademik entegrasyonun olumlu örnekleri açısından çok değerli. Diğer taraftan demokrasinin, insan haklarının ve barışın ödüllendirilmesi yönünde küresel bir vurgunun halen geçerli olduğunu görmek de siyasi baskı ve otoriter rejimlerin çoğaldığı dünyamızda oldukça anlamlı.

Tıpta Yapay Zeka Dalgası: DEGAM 2025’ten Notlar ve Almanya’daki Yeni Uygulamalar

0

Bütün dünya gibi Almanya’da da yapay zeka teknolojileri sağlık hizmetlerinde hızla yaygınlaşıyor. 1–3 Ekim arasında yapılan DEGAM kongresinde (https://eventclass.it/degam2025/online-program/) görülen tablo, Almanya’da bir süredir hızlanan dönüşümü doğruluyor: Yapay zekâ (YZ) artık hasta iletişiminden faturalandırmaya, ultrason tanısından klinik dokümantasyona kadar bir dizi iş akışına yerleşiyor.

321 MED’in “Online-Rezeption” çözümü (https://321med.com/de), muayenehanelerin mevcut süreçlerini birebir dijitalleştirip otomasyona bağlıyor; içinde chatbot’lu mesajlaşma, telefon için YZ asistanı, randevu/hatırlatma, e-reçete ve yönlendirme, formlar-anamnez ve hasta portalları gibi modüller bulunuyor. Kurulum, klinik iş akışına göre özelleştiriliyor ve web-telefon entegrasyonu sağlanıyor.

Almanya’da muayene hekimleri, her hasta görüşmesinden sonra genel sağlık sigortasına faturalandırma yapıyor. Simba n³ – Dr. Clever, KV/EBM uyumlu faturalandırma için hekimin bilgisayarındaki veriyi analiz ederek hatalı kayıtlar, dokümantasyon boşlukları ve ek faturalama fırsatları için kişiye özel kontrol listesi üretiyor. Amaç, hem regress (kesinti) riskini azaltmak hem de gelir kaçaklarını görünür kılmak (https://www.nhochdrei.de/branchen-und-bereiche/gesundheitswesen/ambulante-abrechnung-dr-clever/).

YZ’nin tanısal görüntülemede yükselişi de sahaya inmiş durumda. Philips, kardiyak ekoda YZ destekli ölçüm ve akış özelliklerini ürün çizgisine entegre ettiğini duyurdu; hedef standartlaşma, hız ve kalite (https://www.philips.de/a-w/about/news/archive/standard/news/2024/202408-philips-integriert-ki-in-echokardiographie-technologie.html). Diğer taraftan, deepcOS platformu 60’tan fazla regülasyon-onaylı YZ uygulamasını tek kurulumla klinik PACS/RIS’e entegre etmeyi vaat ediyor (https://www.medica.de/de/media-news/erlebniswelten-magazin/digital-health/floy-ki-start-up-verbessert-auswertung-bildgebung).  

Heidi gibi “YZ tıbbi katip” çözümleri, muayeneyi ortam sesinden yakalayıp SOAP/epikriz mektubu formatlarında not üretiyor. Böylece idari yükün azaltılması ve hekim-hasta zamanını artırılması hedefleniyor (https://www.heidihealth.com/de-de).

Doğru seçilmiş ve düzgün entegre edilmiş çözümler; randevu-iletişim, gelir güvenliği, tanı kalitesi ve hekim tükenmişliği eksenlerinde somut kazanımlar vadederken, veri koruma ve klinik sorumluluk ilkelerinden taviz vermemek zorunlu.

Almanya’da Uluslararası Doktorların Uzun Yolu: İhtiyaç Büyük, Engeller de Öyle

0

Almanya’nın hızla büyüyen hekim açığı, yurt dışından gelen doktorları sağlık sisteminin vazgeçilmez bir parçası hâline getiriyor. Bundesärztekammer’in 2024 istatistiklerine göre ülkede yabancı uyruklu hekim sayısı yıllardır artışta; yalnızca 2024’te 5.383 hekim ilk kez kayda girdi ve toplam hekim sayısındaki genç kuşakların büyüklüğü doğrudan dış göçe dayanıyor. Kurum, bu göç olmadan hekim sayısının her yıl yaklaşık 2.000 kişi azalacağını vurguluyor (https://www.bundesaerztekammer.de/baek/ueber-uns/aerztestatistik/2024). Ayrıca ayrıntılı 2024 hekim istatistikleri, yabancı hekimlerin toplam içindeki payının yaklaşık %15 düzeyine ulaştığını gösteriyor (https://www.coliquio.de/content/aerztliches-leben/zahlen-fakten-zu-deutschlands-aerztinnen-und-aerzten-51692).

Buna karşın, denkliğin (Approbation) alınması ve mesleğe fiilen başlayabilmek çoğu uluslararası hekim için yıllara yayılan bir bürokrasi sınavına dönüşüyor. Eyaletler arasında parçalı yürüyen başvuru süreçleri, Fachsprachprüfung (C1 tıbbi dil sınavı) ve Kenntnisprüfung (yeterlik/uyum sınavı) için sınırlı kontenjanlar, randevu ve değerlendirme bekleme sürelerini uzatıyor. Son yıllarda özellikle Ukrayna’dan gelen hekimlerin başvurularında 15 ay–3 yıla varan bekleme süreleri kamuoyunda sert eleştirilere konu oldu (https://www.welt.de/politik/deutschland/article252822286/Bilanz-verheerend-Deutsche-Buerokratie-bremst-gefluechtete-ukrainische-Aerzte-aus.html).

DER SPIEGEL’in yakın tarihli haberinde, Türkiye’den gelen hekimlerin Almanya’da uzun bekleme süreleri, sınav tekrarı, belge doğrulama güçlükleri ve eyaletler arası farklı uygulamalar nedeniyle nasıl “mesleksizleştirildiği” ayrıntılı örneklerle aktarılıyor. Haberde, hekim açığına rağmen bürokratik tıkanmaların hem göçmen hekimlere hem de hasta bakımına bedel ödettiği vurgulanıyor (https://www.spiegel.de/panorama/tuerkische-aerzte-in-deutschland-warum-sie-hier-keine-zulassung-erhalten-a-0719e52d-2a9a-4604-a568-451a393abca4?sara_ref=re-xx-cp-sh).

Bu bulgular, sağlık sisteminin sahadaki deneyimleriyle de örtüşüyor: Küçük şehirler ve taşra hastaneleri kadro doldurmakta zorlanırken, denklik bekleyen hekimler geçici işlerde ya da klinik-dışı pozisyonlarda zaman kaybediyor. Almanya Tabipler Birliği ve hekim istihdam platformları da yabancı hekimlerin sağlık sistemini ayakta tuttuğunu, ancak evrak ve sınav süreçlerinin “dar boğaz” olduğunu teyit ediyor (https://aerztestellen.aerzteblatt.de/de/redaktion/deutschland-arbeiten-woher-kommen-auslaendische-aerzte).

Bu konuda Augsburg Üniversitesi’nden Zekeriya Aktürk ve çalışma arkadaşlarının 2024 tarihli araştırması, Türkiye’den ayrılan sağlık profesyonellerinin göç öncesi ve sonrası mesleki/ekonomik durumlarını karşılaştırıyor. Bulgular, itici faktörler (mesleki belirsizlik, güvenlik ve liyakat kaygıları) ile çekici faktörlerin (istikrarlı çalışma, ilerleme ve eğitim olanakları) birlikte etkili olduğunu gösteriyor. Almanya’da Türk göçmen hekim sayısının 2012’den sonra belirgin şekilde arttığına ilişkin seriler de aynı makale ve ilgili veri setlerinde yer alıyor (https://ijmshr.com/uploads/pdf/archivepdf/2024/IJMSHR_398.pdf).

Ortada iki gerçek var: Almanya, yabancı hekimler olmadan sahadaki hizmet düzeyini korumakta zorlanıyor; özellikle kırsal bölgelerde ve küçük hastanelerde dış kaynağa bağımlılık güçlü. Denklik ve dil-sınav süreçleri öngörülebilirlikten uzak, eyaletler arası tutarsız ve yavaş; bu da nitelikli hekimlerin sistem dışında uzun süre beklemesine yol açıyor.

Veriler açık: Almanya’nın hekim açığını uluslararası doktorlar kapatıyor; ancak parçalı ve ağır ilerleyen denklik mekanizması hem hekimlerin kariyerlerini hem de sistemin kapasitesini zedeliyor. Spiegel’in sahadan aktardıkları ile akademik literatürün gösterdikleri aynı noktada birleşiyor: Almanya’da doktorlar için hızlı, standart ve adil bir tanıma sürecinin bir an önce sağlanması gerekir.

Bu açıdan aşağıdaki önerilerin faydalı olacağını düşünüyoruz:

  1. Standart ve saydam bir “ulusal çekirdek prosedür”: Başvuru, belge doğrulama ve sınav takvimlerinin federal ölçekte asgari standartlarla uyumlandırılması; eyalet farklarının şeffaf biçimde ilan edilmesi.
  2. Kapasite artışı ve hızlandırma: Fachsprachprüfung ve Kenntnisprüfung için düzenli ve sık aralıklarla slot planlaması; dijital başvuru ve randevu altyapısının tek portala taşınması.
  3. Köprü programları (bridging): Denklik bekleyen hekimlere gözetimli klinik rotasyon ve modüler eğitim paketleriyle “bekleme sürecini klinik değer üretir” hâle getirmek.
  4. İstismar ve kayıt dışına karşı güvence: Bekleme süresindeki hekimler için asgari ücret/mentorluk standartları ve kurumsal sorumluluk ilkeleri.
  5. Dilde amaç odaklı olma: C1 tıbbi dil standardını korurken, klinik iletişim yeterliğini ölçen pratik odaklı sınav içerikleri ve hedefli dil kursları.

“Subliminal Learning” Yapay zekâ modelleri birbirlerine görünmez kanallardan davranış bulaştırabiliyor

0

Yeni bir araştırma, büyük dil modellerinin (LLM) yalnızca ürettikleri “masum” veriler üzerinden bile birbirlerine davranışsal özellikler (ör. zararlı eğilimler, belirli tercih ve önyargılar) aktarabildiğini gösterdi. Araştırmacılar bu olguyu “subliminal learning” (bilinçaltı öğrenme) olarak adlandırıyor. Bulgular, modelden modele öğretim (distillation) ve “veriyi filtreleyin, risk kalmaz” yaklaşımının tek başına yeterli güvenlik sağlamadığını ortaya koyuyor (https://arxiv.org/pdf/2507.14805).
Çalışmanın ana düzeneklerinde bir “öğretmen” model, belirli bir özellik ya da eğilimle (ör. “baykuşları seviyor” gibi masum bir tercih ya da misalignment/zararlı eğilim) yönlendiriliyor. Bu model sadece sayı dizileri gibi içerik bakımından tamamen alakasız görünen veriler üretiyor. Aynı temel aileden türetilmiş bir “öğrenci” model, bu sayılarla eğitildiğinde öğretmenin özelliğini devralıyor. Üstelik veri, söz konusu özelliğe dair açık ipuçları agresif biçimde filtrelenmiş olsa bile aktarım devam ediyor. Bulgular yalnızca sayı dizilerinde değil, kod çıktıları ve “düşünce zinciri” (chain-of-thought) metinlerinde de tekrarlandı (https://alignment.anthropic.com/2025/subliminal-learning/).
Pek çok kurum, daha güvenli olduğu varsayılan model çıktılarıyla (synthetic data) yeni modelleri eğitiyor ya da damıtıyor. Bu çalışma, içerik filtresiyle küfür, şiddet vb. kaldırılmış olsa dahi, istatistiksel desenler üzerinden davranışın bulaşabildiğini gösteriyor (https://www.tomsguide.com/ai/ai-models-can-secretly-influence-each-other-new-study-reveals-hidden-behavior-transfer).
Diğer taraftan, sektörde yaygın olan “öğretmen-öğrenci” damıtma paradigması, istenmeyen özelliklerin de fark edilmeden nesiller boyu aktarılmasına yol açabilir (https://www.graphcore.ai/posts/july-papers-subliminal-learning-mixture-of-recursions-and-dataset-curation).
Basit bir dille söyleyecek olursak, insan gözüne anlamsız görünen çıktılarda bile, modelin eğilimlerini taşıyan izler kalabiliyor. Güvenlik araştırmacıları, bunun veri kökeni (provenance) takibi ve damıtma zincirlerinin daha sıkı denetlenmesi gerektiğini vurguluyor.
“Subliminal learning”, LLM’lerin birbirlerinden öğrendiği gerçeğine yeni ve uyarıcı bir boyut ekliyor: İçerik alakasız görünse bile davranış taşınabiliyor. Sentetik veri çağında bu, AI güvenliğini “sadece içeriği filtrele” yaklaşımının ötesine taşımayı zorunlu kılıyor. Araştırmanın birincil metni ve yazarların teknik notları, konunun kapsamını ve risklerini ayrıntılı biçimde belgeliyor.