Ana Sayfa Blog

Yıkımın Küllerinden Bilim ve Barışa Nobel İronisi

0

Her yıl Ekim ayında açıklanan ve insanlığın farklı alanlarında en büyük katkıları tanımlamayı amaçlayan Nobel ödülleri bu yıl da dünya gündemini meşgul ediyor. Alfred Nobel, 1833–1896 yılları arasında yaşamış bir İsveçli kimyager, mühendis ve sanayiciydi. Nobel, patlayıcı icatlarıyla büyük bir servet biriktirdi. Ancak bu başarı patlayıcı teknolojilerinin yarattığı yıkım ile ilişkilendirildi. Hatta bir Fransız gazete 1888’de Nobel’in ölümüyle ilgili yanlış bir veda ilanı yayımlamış ve “Ölüm taciri öldü” başlığı atmıştı (https://www.biography.com/inventors/a45977855/alfred-nobel). Nobel’in, bu durumdan etkilendiği ve vasiyetinde mal varlığının büyük kısmını insanlığa en büyük faydayı sağlayanları ödüllendirmek üzere tahsis ettiği belirtiliyor (https://www.nobelprize.org/).

Nobel ödülünü kazananlar, genellikle ilgili alanda uzun süreli, çığır açan araştırma ya da eylem geçmişine sahip kişiler ya da kurumlardır (https://www.britannica.com/topic/Nobel-Prize/The-prizes). Hem Nobel Bilim Ödülleri’ni alan araştırmacılar hem de Barış Ödülü’nü alan aktivistler çok farklı arka planlara sahip olabilmektedir. Ancak esas tema olarak “dünyayı veya insanlığı daha iyiye götürme yönünde katkı” ön planda tutulmaktadır.

Alfred Nobel’in en bilinen icadı dinamittir: nitrogliserin gibi patlayıcı bir maddeyi daha güvenli ve stabilize bir biçimde kullanıma sokmuştur. Ancak bu icat, özellikle savaş ve yıkım için de kullanılabilir hale geldi. Nobel’in icatlarının bu olumsuz kullanımıyla ilgili bastırdığı hislerin ve kamuoyundaki algının kendisini derinden etkilediği belirtilmektedir (https://www.sciencehistory.org/education/scientific-biographies/alfred-nobel/). İronik bir şekilde, bu patlayıcı icatların milyonlarca insanın ölümüyle doğrudan ya da dolaylı bağlantısı olabileceği düşünüldüğünde, bir silah teknolojisinin mucidi, barış ödüllerinin fonunu oluşturuyor.

Nobel ödülleri, Fizik, Kimya, Fizyoloji ya da Tıp, Edebiyat ve Barış alanında verilmektedir. Bu yılın Kimya Ödülü, “metal-organik çerçeveler” (MOF’ler) alanındaki çığır açan çalışmaları nedeniyle üç kişiye verildi: Omar M. Yaghi, Susumu Kitagawa ve Richard Robson (https://www.washingtonpost.com/world/2025/10/08/nobel-prize-palestinian-omar-yaghi-chemistry/). Yaghi, Filistinli mülteci bir ailenin çocuğu. İsrail’in Filistin’de son yıllarda yaptığı yıkım dikkate alındığında bu durum, “mülteci kökenli bir bilim insanının en prestijli ödüllerden birini kazanması” bağlamında güçlü bir sembol niteliği taşıyor.

Barış Ödülü’nü ise bu yıl “Venezuela halkının demokratik haklarını savunmak için yorulmak bilmez çabaları ve diktatörlükten demokrasiye adil ve barışçıl bir geçiş için verdiği mücadele” nedeniyle Venezuela muhalefet lideri María Corina Machado aldı.

Diğer taraftan, Donald Trump’ın Nobel Barış Ödülü adaylığı konusu ve Beyaz Saray web sayfasında kendisini “barış elçisi” olarak tanıtması büyük tartışma yarattı. Trump, altı ülkede savaşı durdurduğunu iddia ediyor, ancak ödül komitesinin objektif kriterleri temel aldığına dair açıklama geldi (https://www.theguardian.com/us-news/2025/oct/10/trump-nobel-peace-prize-reaction).  

Akademik dayanışma, göç, akademik sürgün ve forced migration temalarıyla çalışan bir dernek olarak, bu yılki Nobel sonuçları bize birkaç önemli mesaj veriyor. Mülteci geçmişli bilim insanları da en prestijli ödülleri alabiliyor. Bu durum göç ve akademik entegrasyonun olumlu örnekleri açısından çok değerli. Diğer taraftan demokrasinin, insan haklarının ve barışın ödüllendirilmesi yönünde küresel bir vurgunun halen geçerli olduğunu görmek de siyasi baskı ve otoriter rejimlerin çoğaldığı dünyamızda oldukça anlamlı.

Tıpta Yapay Zeka Dalgası: DEGAM 2025’ten Notlar ve Almanya’daki Yeni Uygulamalar

0

Bütün dünya gibi Almanya’da da yapay zeka teknolojileri sağlık hizmetlerinde hızla yaygınlaşıyor. 1–3 Ekim arasında yapılan DEGAM kongresinde (https://eventclass.it/degam2025/online-program/) görülen tablo, Almanya’da bir süredir hızlanan dönüşümü doğruluyor: Yapay zekâ (YZ) artık hasta iletişiminden faturalandırmaya, ultrason tanısından klinik dokümantasyona kadar bir dizi iş akışına yerleşiyor.

321 MED’in “Online-Rezeption” çözümü (https://321med.com/de), muayenehanelerin mevcut süreçlerini birebir dijitalleştirip otomasyona bağlıyor; içinde chatbot’lu mesajlaşma, telefon için YZ asistanı, randevu/hatırlatma, e-reçete ve yönlendirme, formlar-anamnez ve hasta portalları gibi modüller bulunuyor. Kurulum, klinik iş akışına göre özelleştiriliyor ve web-telefon entegrasyonu sağlanıyor.

Almanya’da muayene hekimleri, her hasta görüşmesinden sonra genel sağlık sigortasına faturalandırma yapıyor. Simba n³ – Dr. Clever, KV/EBM uyumlu faturalandırma için hekimin bilgisayarındaki veriyi analiz ederek hatalı kayıtlar, dokümantasyon boşlukları ve ek faturalama fırsatları için kişiye özel kontrol listesi üretiyor. Amaç, hem regress (kesinti) riskini azaltmak hem de gelir kaçaklarını görünür kılmak (https://www.nhochdrei.de/branchen-und-bereiche/gesundheitswesen/ambulante-abrechnung-dr-clever/).

YZ’nin tanısal görüntülemede yükselişi de sahaya inmiş durumda. Philips, kardiyak ekoda YZ destekli ölçüm ve akış özelliklerini ürün çizgisine entegre ettiğini duyurdu; hedef standartlaşma, hız ve kalite (https://www.philips.de/a-w/about/news/archive/standard/news/2024/202408-philips-integriert-ki-in-echokardiographie-technologie.html). Diğer taraftan, deepcOS platformu 60’tan fazla regülasyon-onaylı YZ uygulamasını tek kurulumla klinik PACS/RIS’e entegre etmeyi vaat ediyor (https://www.medica.de/de/media-news/erlebniswelten-magazin/digital-health/floy-ki-start-up-verbessert-auswertung-bildgebung).  

Heidi gibi “YZ tıbbi katip” çözümleri, muayeneyi ortam sesinden yakalayıp SOAP/epikriz mektubu formatlarında not üretiyor. Böylece idari yükün azaltılması ve hekim-hasta zamanını artırılması hedefleniyor (https://www.heidihealth.com/de-de).

Doğru seçilmiş ve düzgün entegre edilmiş çözümler; randevu-iletişim, gelir güvenliği, tanı kalitesi ve hekim tükenmişliği eksenlerinde somut kazanımlar vadederken, veri koruma ve klinik sorumluluk ilkelerinden taviz vermemek zorunlu.

Almanya’da Uluslararası Doktorların Uzun Yolu: İhtiyaç Büyük, Engeller de Öyle

0

Almanya’nın hızla büyüyen hekim açığı, yurt dışından gelen doktorları sağlık sisteminin vazgeçilmez bir parçası hâline getiriyor. Bundesärztekammer’in 2024 istatistiklerine göre ülkede yabancı uyruklu hekim sayısı yıllardır artışta; yalnızca 2024’te 5.383 hekim ilk kez kayda girdi ve toplam hekim sayısındaki genç kuşakların büyüklüğü doğrudan dış göçe dayanıyor. Kurum, bu göç olmadan hekim sayısının her yıl yaklaşık 2.000 kişi azalacağını vurguluyor (https://www.bundesaerztekammer.de/baek/ueber-uns/aerztestatistik/2024). Ayrıca ayrıntılı 2024 hekim istatistikleri, yabancı hekimlerin toplam içindeki payının yaklaşık %15 düzeyine ulaştığını gösteriyor (https://www.coliquio.de/content/aerztliches-leben/zahlen-fakten-zu-deutschlands-aerztinnen-und-aerzten-51692).

Buna karşın, denkliğin (Approbation) alınması ve mesleğe fiilen başlayabilmek çoğu uluslararası hekim için yıllara yayılan bir bürokrasi sınavına dönüşüyor. Eyaletler arasında parçalı yürüyen başvuru süreçleri, Fachsprachprüfung (C1 tıbbi dil sınavı) ve Kenntnisprüfung (yeterlik/uyum sınavı) için sınırlı kontenjanlar, randevu ve değerlendirme bekleme sürelerini uzatıyor. Son yıllarda özellikle Ukrayna’dan gelen hekimlerin başvurularında 15 ay–3 yıla varan bekleme süreleri kamuoyunda sert eleştirilere konu oldu (https://www.welt.de/politik/deutschland/article252822286/Bilanz-verheerend-Deutsche-Buerokratie-bremst-gefluechtete-ukrainische-Aerzte-aus.html).

DER SPIEGEL’in yakın tarihli haberinde, Türkiye’den gelen hekimlerin Almanya’da uzun bekleme süreleri, sınav tekrarı, belge doğrulama güçlükleri ve eyaletler arası farklı uygulamalar nedeniyle nasıl “mesleksizleştirildiği” ayrıntılı örneklerle aktarılıyor. Haberde, hekim açığına rağmen bürokratik tıkanmaların hem göçmen hekimlere hem de hasta bakımına bedel ödettiği vurgulanıyor (https://www.spiegel.de/panorama/tuerkische-aerzte-in-deutschland-warum-sie-hier-keine-zulassung-erhalten-a-0719e52d-2a9a-4604-a568-451a393abca4?sara_ref=re-xx-cp-sh).

Bu bulgular, sağlık sisteminin sahadaki deneyimleriyle de örtüşüyor: Küçük şehirler ve taşra hastaneleri kadro doldurmakta zorlanırken, denklik bekleyen hekimler geçici işlerde ya da klinik-dışı pozisyonlarda zaman kaybediyor. Almanya Tabipler Birliği ve hekim istihdam platformları da yabancı hekimlerin sağlık sistemini ayakta tuttuğunu, ancak evrak ve sınav süreçlerinin “dar boğaz” olduğunu teyit ediyor (https://aerztestellen.aerzteblatt.de/de/redaktion/deutschland-arbeiten-woher-kommen-auslaendische-aerzte).

Bu konuda Augsburg Üniversitesi’nden Zekeriya Aktürk ve çalışma arkadaşlarının 2024 tarihli araştırması, Türkiye’den ayrılan sağlık profesyonellerinin göç öncesi ve sonrası mesleki/ekonomik durumlarını karşılaştırıyor. Bulgular, itici faktörler (mesleki belirsizlik, güvenlik ve liyakat kaygıları) ile çekici faktörlerin (istikrarlı çalışma, ilerleme ve eğitim olanakları) birlikte etkili olduğunu gösteriyor. Almanya’da Türk göçmen hekim sayısının 2012’den sonra belirgin şekilde arttığına ilişkin seriler de aynı makale ve ilgili veri setlerinde yer alıyor (https://ijmshr.com/uploads/pdf/archivepdf/2024/IJMSHR_398.pdf).

Ortada iki gerçek var: Almanya, yabancı hekimler olmadan sahadaki hizmet düzeyini korumakta zorlanıyor; özellikle kırsal bölgelerde ve küçük hastanelerde dış kaynağa bağımlılık güçlü. Denklik ve dil-sınav süreçleri öngörülebilirlikten uzak, eyaletler arası tutarsız ve yavaş; bu da nitelikli hekimlerin sistem dışında uzun süre beklemesine yol açıyor.

Veriler açık: Almanya’nın hekim açığını uluslararası doktorlar kapatıyor; ancak parçalı ve ağır ilerleyen denklik mekanizması hem hekimlerin kariyerlerini hem de sistemin kapasitesini zedeliyor. Spiegel’in sahadan aktardıkları ile akademik literatürün gösterdikleri aynı noktada birleşiyor: Almanya’da doktorlar için hızlı, standart ve adil bir tanıma sürecinin bir an önce sağlanması gerekir.

Bu açıdan aşağıdaki önerilerin faydalı olacağını düşünüyoruz:

  1. Standart ve saydam bir “ulusal çekirdek prosedür”: Başvuru, belge doğrulama ve sınav takvimlerinin federal ölçekte asgari standartlarla uyumlandırılması; eyalet farklarının şeffaf biçimde ilan edilmesi.
  2. Kapasite artışı ve hızlandırma: Fachsprachprüfung ve Kenntnisprüfung için düzenli ve sık aralıklarla slot planlaması; dijital başvuru ve randevu altyapısının tek portala taşınması.
  3. Köprü programları (bridging): Denklik bekleyen hekimlere gözetimli klinik rotasyon ve modüler eğitim paketleriyle “bekleme sürecini klinik değer üretir” hâle getirmek.
  4. İstismar ve kayıt dışına karşı güvence: Bekleme süresindeki hekimler için asgari ücret/mentorluk standartları ve kurumsal sorumluluk ilkeleri.
  5. Dilde amaç odaklı olma: C1 tıbbi dil standardını korurken, klinik iletişim yeterliğini ölçen pratik odaklı sınav içerikleri ve hedefli dil kursları.

“Subliminal Learning” Yapay zekâ modelleri birbirlerine görünmez kanallardan davranış bulaştırabiliyor

0

Yeni bir araştırma, büyük dil modellerinin (LLM) yalnızca ürettikleri “masum” veriler üzerinden bile birbirlerine davranışsal özellikler (ör. zararlı eğilimler, belirli tercih ve önyargılar) aktarabildiğini gösterdi. Araştırmacılar bu olguyu “subliminal learning” (bilinçaltı öğrenme) olarak adlandırıyor. Bulgular, modelden modele öğretim (distillation) ve “veriyi filtreleyin, risk kalmaz” yaklaşımının tek başına yeterli güvenlik sağlamadığını ortaya koyuyor (https://arxiv.org/pdf/2507.14805).
Çalışmanın ana düzeneklerinde bir “öğretmen” model, belirli bir özellik ya da eğilimle (ör. “baykuşları seviyor” gibi masum bir tercih ya da misalignment/zararlı eğilim) yönlendiriliyor. Bu model sadece sayı dizileri gibi içerik bakımından tamamen alakasız görünen veriler üretiyor. Aynı temel aileden türetilmiş bir “öğrenci” model, bu sayılarla eğitildiğinde öğretmenin özelliğini devralıyor. Üstelik veri, söz konusu özelliğe dair açık ipuçları agresif biçimde filtrelenmiş olsa bile aktarım devam ediyor. Bulgular yalnızca sayı dizilerinde değil, kod çıktıları ve “düşünce zinciri” (chain-of-thought) metinlerinde de tekrarlandı (https://alignment.anthropic.com/2025/subliminal-learning/).
Pek çok kurum, daha güvenli olduğu varsayılan model çıktılarıyla (synthetic data) yeni modelleri eğitiyor ya da damıtıyor. Bu çalışma, içerik filtresiyle küfür, şiddet vb. kaldırılmış olsa dahi, istatistiksel desenler üzerinden davranışın bulaşabildiğini gösteriyor (https://www.tomsguide.com/ai/ai-models-can-secretly-influence-each-other-new-study-reveals-hidden-behavior-transfer).
Diğer taraftan, sektörde yaygın olan “öğretmen-öğrenci” damıtma paradigması, istenmeyen özelliklerin de fark edilmeden nesiller boyu aktarılmasına yol açabilir (https://www.graphcore.ai/posts/july-papers-subliminal-learning-mixture-of-recursions-and-dataset-curation).
Basit bir dille söyleyecek olursak, insan gözüne anlamsız görünen çıktılarda bile, modelin eğilimlerini taşıyan izler kalabiliyor. Güvenlik araştırmacıları, bunun veri kökeni (provenance) takibi ve damıtma zincirlerinin daha sıkı denetlenmesi gerektiğini vurguluyor.
“Subliminal learning”, LLM’lerin birbirlerinden öğrendiği gerçeğine yeni ve uyarıcı bir boyut ekliyor: İçerik alakasız görünse bile davranış taşınabiliyor. Sentetik veri çağında bu, AI güvenliğini “sadece içeriği filtrele” yaklaşımının ötesine taşımayı zorunlu kılıyor. Araştırmanın birincil metni ve yazarların teknik notları, konunun kapsamını ve risklerini ayrıntılı biçimde belgeliyor.

Almanya’da Uluslararası Öğrenciler Artıyor: Hindistan Zirvede, Türkiye Artışta

0

Almanya, uluslararası öğrenciler için dünyanın en çekici ülkelerinden biri olmaya devam ediyor. 2023/24 kış döneminde Almanya’daki uluslararası öğrenci sayısı 379.900 olarak kayda geçti. Bu rakam, bir önceki yıla göre %3’lük bir artışa işaret ediyor ve Almanya’yı öğrenciler açısından gerçek bir cazibe merkezi haline getiriyor (https://www.daad.de/de/der-daad/kommunikation-publikationen/presse/pressemitteilungen/2024/deutschland-ist-die-weltweite-nummer-2-fuer-internationale-wissenschaftlerinnen-und-wissenschaftler/).

Almanya’daki uluslararası öğrencilerin büyük kısmı Asya kıtasından geliyor. Hindistan, yaklaşık 49.000 öğrenciyle en büyük grup olurken; onu Çin yaklaşık 38.700 öğrenci ile takip ediyor (https://www.studying-in-germany.org/germany-international-student-statistics/).

Bu yükseliş, özellikle Hindistan açısından son yıllarda çarpıcı bir hız kazanmış durumda—tarihsel veriler Hindistan’dan öğrenci sayısının 2020/21 döneminde 28.900 iken 2023/24 döneminde neredeyse iki katına çıktığını gösteriyor

Türkiye, 18.100 öğrenci ile Almanya’daki üçüncü büyük uluslararası öğrenci grubunu oluşturuyor. Bu, önceki yıla göre %22,7’lik bir artış anlamına geliyor.

Avusturya, İran, Suriye ve Rusya da önemli kaynak ülkeler arasında yer alıyor. Avusturya’dan gelen öğrencilerin sayısı yaklaşık 15.400, İran’dan gelenler ise 15.200 civarında. Suriye’den gelen öğrenci sayısı yaklaşık 13.400, Rusya’dan gelenler ise 10.600 seviyesinde

Almanya’nın yükselen bir uluslararası öğrenci merkezi olmasında birden fazla faktör rol oynuyor: ücretsiz veya düşük maliyetli üniversite eğitimi, mezuniyet sonrası çalışma hakları ve istikrarlı bir eğitim sistemi. Bu dinamiklere ek olarak, akademik dayanışmayı artırıcı adımlar kritik önem taşıyor.

Almanya, uluslararası öğrenciler için cazibesini artırırken, bu kitle yalnızca akademik bir başarı değil; aynı zamanda kültürel zenginlik ve geleceğe yönelik potansiyel taşıyor. Akademik dayanışmanın bu çeşitliliği desteklemesi, hem küresel bilim hem de toplumlararası anlayış adına büyük önem arz ediyor.

ABD’nin Kısıtlamaları Uluslararası Öğrencileri Avrupa’ya Yönlendiriyor

0

ABD, uzun yıllardır uluslararası öğrenciler için en cazip eğitim merkeziydi. Ancak son dönemde Trump yönetiminin uygulamaya koyduğu vize kısıtlamaları bu tabloyu hızla değiştirmeye başladı. Öğrenci vizelerinin artık program süresi boyunca değil, en fazla dört yıl için verileceği ve değişim programları ile basın mensuplarına verilen vizelere de süre sınırı getirileceği açıklandı. Bunun yanında yeni getirilen “vize bütünlüğü ücreti” ile birlikte başvuru maliyetleri 442 dolara kadar yükseldi. Bu düzenlemeler, yalnızca öğrencilerin değil, üniversitelerin de geleceğini belirsizliğe sürükledi. Harvard gibi önde gelen kurumların uluslararası öğrenci kabulünü askıya almakla suçlanması ve binlerce başvurunun riske girmesi ABD’deki akademik ortamı sarsıyor (https://www.theguardian.com/us-news/2025/aug/29/trump-immigration-visa-restrictions).

Bu sıkılaştırmalar, Amerika’nın eğitim sektöründe ciddi kayıplara yol açarken Avrupa’ya yönelen öğrenci akışını hızlandırdı. Özellikle Almanya, Hindistan’dan gelen öğrencilerde yaklaşık yüzde 20’lik bir artışla öne çıkıyor ve bugün 60 binden fazla Hintli öğrenciye ev sahipliği yapıyor. Siyasi istikrar, uygun maliyetler ve mezuniyet sonrası çalışma imkanları Almanya’yı giderek daha cazip hale getiriyor. Fransa’da ESCP ve HEC Paris gibi iş okullarına başvurular artarken, Almanya ve diğer Avrupa ülkeleri de Amerikan öğrencilerinden dikkat çekici bir ilgi görüyor (https://timesofindia.indiatimes.com/education/study-abroad/germany-welcomes-more-from-india-while-student-arrivals-to-the-us-plunge-the-new-geography-of-indian-ambition/articleshow/123472306.cms).

Avrupa Birliği ise bu eğilimi fırsata çevirmeyi planlıyor. Brüksel’de parlamenterler, ABD’deki politikaların mağdur ettiği uluslararası öğrenciler için Erasmus+ ve Horizon Europe gibi programların daha da genişletilmesi çağrısında bulundu. Böylece Avrupa, uzun vadede uluslararası akademik liderlik için daha güçlü bir alternatif haline gelebilir (https://euobserver.com/eu-and-the-world/ar771dc3dc).

ABD’nin geleneksel cazibesini yitirmesi, yalnızca öğrencilerin bireysel planlarını değil, aynı zamanda küresel akademik dengeleri de yeniden şekillendiriyor. Gelişmeler, Avrupa’nın uluslararası öğrenci hareketliliğinde merkezî bir rol üstlenebileceğinin sinyalini veriyor.

Gazze Günümüzün Leningrad’ı

0

Gazze’de süregelen abluka ve saldırılar, modern tarihin en büyük insani felaketlerinden biri haline geldi. 2,3 milyon insanın gıda, ilaç, yakıt ve eğitim kaynaklarından mahrum bırakılması, uluslararası hukuk ve insanlık vicdanı açısından ciddi ihlaller olarak kayıtlara geçiyor.

Tarihsel benzetmeler de bu tabloyu daha çarpıcı hale getiriyor. II. Dünya Savaşı’nda Leningrad kuşatması sırasında yüz binlerce sivil açlık, soğuk ve bombardıman sonucu hayatını kaybetmişti. O trajedinin mağdurları arasında Yahudiler de vardı. Bugün ise tarihsel olarak benzer bir zulmü yaşamış bir halkın, başka bir etnik ve dini gruba benzer bir kuşatmayı uygulaması ya da buna sessiz kalması, şaşkınlık ve derin bir üzüntüyle karşılanıyor.

Birleşmiş Milletler ve insani yardım kuruluşları defalarca uyarıda bulundu: Gazze’de açlık, sistematik bir silaha dönüştü. Bu durum, uluslararası hukukun en temel ilkeleriyle çelişiyor.

Gazze’deki abluka sadece temel yaşam hakkını değil, eğitim hakkını da doğrudan hedef alıyor. Üniversiteler bombalanıyor, kütüphaneler yok oluyor, öğrenciler eğitimlerini yarıda bırakmak zorunda kalıyor. Binlerce üniversite öğrencisi ve akademisyen, ya doğrudan hayatını kaybetti ya da sürgün yollarına düşmek zorunda kaldı. Bu durum, bölgenin akademik geleceğini tehdit ediyor.

Dünya akademik topluluğu için bu bir sınav niteliğinde. Bu zulmün sona ermesi için ses vermeli, dayanışma ağları kurulmalı, Gazze’den sürülen öğrenciler ve akademisyenler için burs ve araştırma imkanları yaratılmalı, uluslararası akademik kuruluşlar (ör. Scholars at Risk, Scholar Rescue Fund) daha görünür destek kampanyaları başlatmalı, üniversiteler, “sessiz kalmama” ilkesini gözeterek insani krizlerde tarafsız kalmak yerine mağdurların yanında durmalı.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra “Bir daha asla” ifadesi insanlığın ortak sözü haline gelmişti. Ancak Gazze’de yaşananlar, bu sözün unutulduğunu gösteriyor. Leningrad kuşatmasının acısını en derinden hisseden Yahudi halkının, bugün Gazze’deki zulme karşı sessiz kalması, tarihin acı bir ironisi olarak karşımıza çıkıyor.

https://www.theguardian.com/world/live/2025/aug/22/famine-benjamin-netanyahu-palestine-gaza-israel-war-latest-updates

https://www.ft.com/content/90aaed53-027b-4eed-be93-89632f0d2ea5

https://www.reuters.com/world/europe/weaponisation-food-gaza-constitutes-war-crime-un-rights-office-says-2025-06-24

Kennedy’nin Aşı Araştırmasını Geri Çekme Talebi Çerçevesinde Aşı Karşıtlığı

0

ABD Sağlık Bakanı Robert F. Kennedy Jr., Temmuz 2025’te Annals of Internal Medicine dergisinde yayımlanan bir araştırmanın geri çekilmesini talep eden görüş yazısıyla gündeme oturdu. Araştırma, aşı içindeki alüminyumun çocuklarda otoimmün, alerjik ve nörogelişimsel hastalıklarla ilişkisi olmadığını kanıtlayan, 1,2 milyon çocukluk veri analizine dayanan bir çalışmaydı. Bu araştırma Kennedy tarafından “propaganda oyunu” olarak adlandırıldı (https://www.theguardian.com/us-news/2025/aug/14/robert-kennedy-jr-vaccine-study-retraction).

Derginin editörü Dr. Christine Laine, geri çekme çağrısını reddetti ve çalışmada herhangi bir bilimsel usulsüzlük olmadığını vurguladı (https://www.thedailybeast.com/rfk-jr-slapped-down-by-medical-journal-over-vaccine-study-retraction-request/). Araştırmanın baş yazarı Anders Peter Hviid, eleştirilerin çoğunun metodolojiye dayalı makul tartışmalar olduğunu belirtti. Kontrol grubunun olmayışı gibi eleştiriler ise Danimarka’da aşılama oranlarının yüksek olması nedeniyle veri eksikliğine değil yasa ve etik kurallara bağlı olduğunu açıkladı (https://www.reuters.com/business/healthcare-pharmaceuticals/medical-journal-rejects-kennedys-call-for-retraction-vaccine-study-2025-08-11/).

Aşı karşıtlarının (ve genel olarak bilime karşı komplo anlatılarını sürdüren grupların) neden bu kadar güçlü bilimsel kanıtlara rağmen iddialarına devam ettiklerini anlamak için olayın boyutlarını listeledik:

1. Güvensizlik ve “Büyük Endüstri” Algısı

  • Aşı karşıtları, ilaç endüstrisinin (Big Pharma) milyarlarca dolarlık büyüklüğünü öne sürerek, “kar odaklı sistem”in sağlık yerine çıkarı ön plana koyduğunu iddia ediyorlar.
  • 2023 yılında küresel aşı pazarının büyüklüğü yaklaşık 70 milyar USD’yi aştı; COVID-19 sonrası devasa bir pazar oluştu. Bu rakam, şeffaflık eksikliği olduğunda kolayca komplo teorilerine malzeme sağlıyor.

2. Kültürel ve Politik Kimlik

  • Aşı karşıtlığı çoğu zaman sadece bilimsel bir tutum değil, bir kimlik ve ideolojik duruş haline geliyor. Otoriteye karşı duruş, bireysel özgürlüğü koruma iddiası ve devlet kurumlarına güvensizlik bu kimliği besliyor.
  • Bu nedenle, bilimsel verilerle ikna edilmek yerine, bilimsel kanıtlar otoritenin “manipülasyonu” olarak algılanabiliyor.

3. Bilişsel Yanlılıklar ve Duygusal Güç

  • İnsanlar, tek bir olumsuz anekdotu (örneğin “çocuğum aşı olduktan sonra otizm belirtileri başladı” gibi) binlerce güvenlik verisinin önüne koyabiliyor. Bu, psikolojide availability bias (mevcudiyet yanlılığı) olarak bilinir.
  • Ayrıca korku, endişe ve “çocuğuma zarar gelebilir” duygusu, soyut istatistiksel verilerden çok daha güçlü etki yapar.

4. Bilgi Kirliliği ve Sosyal Medya

  • Sosyal medyada yankı odaları (echo chambers) sayesinde, yanlış bilgi sürekli tekrar edilerek “kanıt” gibi algılanıyor.
  • RFK Jr. gibi politik figürler, bu yankı odalarını siyasi sermaye olarak kullanıyor.

5. Tarihsel Faktörler

  • 1970’lerde ilaç firmalarının skandalları (ör. talidomid olayı) ilaç endüstrisine yönelik kalıcı bir güvensizlik oluşturdu.
  • Aşıların çoğu devlet zorunluluğu ile yapıldığı için, “zorunluluk” kavramı otoriteye karşı reaksiyonu tetikliyor.

Sonuç olarak, aşı karşıtlığının sürmesinin nedeni sadece bilimsel kanıt eksikliği değil. Ekonomik büyüklük, tarihsel güvensizlik, ideolojik kimlik, duygusal yanlılıklar ve sosyal medya etkisini de göz önünde bulundurmak gerekiyor. Büyük aşı endüstrisinin şeffaf olmaması da bu zemini güçlendiriyor. RFK Jr.’ın alüminyum içeren aşılarla ilgili bilimsel çalışmayı hedef alan sert eleştirisi, güvenilir bilim çevrelerince temel mantıksızlıkları nedeniyle geçersizlikle karşılanmakla birlikte, bu tür girişimler aşıya duyulan güvenin sarsılmasına yol açıyor.

Basit Bir Sorun Bile Yapay Zekayı Yanıltabiliyor

0

Tıp alanında hızlı ve kapsamlı bilgi sağlayabilen yapay zeka (YZ) destekli dil modelleri (LLM’ler), her ne kadar övgü toplasa da, yeni bir araştırma bu sistemlerin basit etik sorularda bile hata yapabildiğini ortaya koydu. Mount Sinai Tıp Fakültesi ve İsrail Kibbutz Rabin Tıp Merkezi’nin ortak çalışmasında, ChatGPT dahil en gelişmiş modellerin bile temel etik senaryolarda yanlı veya hatalı kararlar verdiği görüldü (https://www.sciencedaily.com/releases/2025/07/250723045711.htm).

Araştırmacılar, Daniel Kahneman’ın Thinking, Fast and Slow (https://en.wikipedia.org/wiki/Thinking,_Fast_and_Slow) yaklaşımından ilham alarak, tıp etiğinde bilinen klasik bulmacaları—örneğin “cerrahın oğlu” paradoksunu (https://www.apm.org.uk/blog/understanding-unconscious-bias-a-silver-bullet-for-equality/)—hafifçe değiştirdiler. Örneğin, babanın cerrah olduğu ama cinsiyeti belirtilmediği bir senaryoda, modelin kadını cerrah olarak varsayması beklendiği halde, bazen cinsiyetçi varsayımlar yapabildiği görüldü. Modellerin %20–30’unda bu tür aceleci ve önyargılı kararlar tespit edildi.

Bu durum, yapay zekanın yalnızca bilgi aktaran bir araç olmadığını, aynı zamanda etik sürece aktif olarak müdahale edebildiğini gösteriyor. Ancak bu müdahale, yanlış yönlendirme riskini de beraberinde getiriyor.

Çalışmanın yazarlarından Dr. Eyal Klang’ın belirttiği gibi, sağlıkta verilen kararlar, hastanın hayatını kurtarabilecek veya zarar verebilecek hassas tercihlerdir. Bu nedenle, YZ sistemlerinin güvenilirliğini sağlamak için insan gözetimi, net etik sınırlar ve “hızlı ama yanlış” karar riskine karşı farkındalık şart.

LLM’ler teknik bilgi aktarımında güçlü olsa da, etik, kültürel veya duygusal karmaşıklık gerektiren durumlarda kırılgan kalabiliyor. Özellikle kaynakları kısıtlı klinik ortamlarında veya kriz anlarında, bu sistemlerin güvenilirliği sorgulanmalı. YZ’nın insan faktörünün yerini tamamen alabileceği iddiasına rağmen, hayati karar aşamalarında eksik kaldığı görülüyor.

Türkiye’den Göçmen Araştırmacılar Deneyimlerini Paylaştı

0

Zoom – 29 Temmuz 2025: Akademische Solidarität e.V., 29 Temmuz 2025 akşamı sanal bir “Deneyim Paylaşım Toplantısı: Üniversitede Araştırmacı/Öğretim Üyesi Olmak” etkinliğine ev sahipliği yaptı. Zoom üzerinden yaklaşık 80 katılımcının katıldığı çevrimiçi etkinlikte, konuk konuşmacı olarak dört Türk akademisyen yer aldı. Konuşmacıların biri, yurt dışında yeni bir akademik veya araştırma kariyeri kurma yolculuklarını paylaşarak, yabancı bir ülkede akademik hayata devam etmenin zorlukları ve stratejileri hakkında fikir verdi. Konuşmacılar:

  • Dr. Zekeriya Aktürk – tıp doktoru ve araştırmacı,
  • Dr. Lokman Alpsoy – kimya ve biyoloji araştırmacısı,
  • Dr. Sena Arslan – uzman hemşire ve
  • Dr. Burhan Cevik – BT/yazılım sektöründe kariyer yolları konusunda uzman.

Aşağıda, her konuşmacının geçmişini ve konuşmalarından elde ettiği temel görüşleri özetliyoruz.

Dr. Zekeriya Aktürk: Almanya’da Tıbbi Araştırma Kariyerini Yeniden Kurmak

Türkiye’nin ilk aile hekimliği profesörlerinden Dr. Zekeriya Aktürk, siyasi çalkantıların kariyerini nasıl sekteye uğrattığını ve Almanya’da hayatını nasıl yeniden inşa ettiğini anlattı. Türkiye’deki Temmuz 2016 olaylarının ardından Dr. Aktürk, Profesör olarak başarılı bir kariyere sahip olmasına rağmen olağanüstü hâl kararnamesiyle (KHK) çalıştığı üniversitenin kapatılması nedeniyle işsiz kaldı. İddia edilen bağlantıları nedeniyle 14 ay hapis cezasına çarptırıldı; bu deneyim onu Türk akademisinden “sürgüne” zorladı.

2020 yılında, 55 yaşında olan Dr. Aktürk, yeniden başlamak için Almanya’ya taşındı. Münih Teknik Üniversitesi Aile Hekimliği Enstitüsü’ne araştırmacı olarak kabul edildi. Daha sonra Augsburg Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne katıldı ve şu anda aile hekimliği bölümünde bilimsel personel olarak çalışıyor. Birkaç yıl içinde Almanya’da tıp uzmanlığı ünvanını yeniden kazandı ve uygulama yapma, hatta bir klinik açma veya yönetme hakkını geri kazandı. Prof. Aktürk gururla, “24 yıl sonra aynı basamakları tekrar tırmanarak, kariyerime kayırmacılıkla değil, liyakatle ulaştığımı gösterdim” dedi; bu, Türkiye’deki başarılarını baltalayanlara yönelik bir mesajdı.

Dr. Aktürk’ün öyküsü, yurt dışında başarı için birkaç temel stratejiye dikkati çekti. İlk olarak, dil yeterliliğinin hayati önemini vurguladı. Alman tıp yeterlilik sınavlarına hazırlığını hatırlayarak, “Yurt dışında mesleğinizi icra etmenin anahtarı dili öğrenmektir” dedi. Almancayı daha erken yaşta öğrendiğini ve hatta Türkiye’deyken Almanca dersleri verdiğini, bunun da Alman sistemine entegre olma konusunda kendisine bir avantaj sağladığını belirtti.

Dr. Aktürk, küresel sorunları ele almak için uzmanlığından yararlanmanın değerini vurguladı. Kişisel deneyimini bir araştırma odağına dönüştürdü: Halen Augsburg Üniversitesi’nde ilgi alanları arasında göç araştırmaları yer alıyor ve Türkiye’den sağlık çalışanlarının süregelen göçünü aktif olarak inceliyor. Aktürk, toplantı sırasında, çalışmalarından daha geniş bir bağlam paylaştı: 2016’dan sonra 7.000’den fazla akademisyen olağanüstü hal kararnameleriyle Türk üniversitelerinden ihraç edildi ve son birkaç yılda 4.000’den fazla Türk doktor daha iyi fırsatlar için yurt dışına gitti. Bu ayıklatıcı istatistikler, katılımcılara Türkiye’deki beyin göçünün boyutu hakkında bir fikir verirken, Dr. Aktürk’ün yolculuğu bunun üstesinden gelmenin umut verici bir örneğini sundu. Uyum sağlamanın, sürekli öğrenmenin ve mesleki güveni korumanın hayati önem taşıdığını vurguladı. Yeni bir ülkede sıfırdan başlamasına rağmen Dr. Aktürk, uzman hekim ve araştırmacı statüsünü geri kazanmayı başardı; bu başarısının benzer engellerle karşılaşan diğerlerine ilham vereceğini umuyor.

Dr. Lokman Alpsoy: Kapatılan Bir Üniversiteden Avrupa’da İleri Araştırmalara

Dr. Lokman Alpsoy, Türkiye’de kıdemli bir akademisyen olmaktan Almanya’da araştırmacı olarak kendini yeniden keşfetmeye uzanan yolculuğunu paylaştı. 2016 yılına kadar Dr. Alpsoy, İstanbul’daki Fatih Üniversitesi’nde Sağlık Bilimleri Enstitüsü Müdürü ve Biyoloji Bölüm Başkanı olarak görev yapıyordu. (Fatih Üniversitesi, Erdoğan 2016’da kapatana kadar saygın bir özel üniversiteydi.) 2016 sonrası tasfiyeler sırasında üniversitesinin aniden kapanması, binlerce akademisyen gibi Dr. Alpsoy’u da kurumsuz bıraktı. Dr. Alpsoy, Türkiye’de akademik kariyerinin aniden sona ermesinin yarattığı belirsizliği ve kimlik kaybını anlattı.

Bilimsel çalışmalarına devam etmeye kararlı olan Dr. Alpsoy, yurt dışında fırsatlar aradı. Sonunda Almanya’ya taşındı ve şu anda Freiburg Üniversitesi’nde Doçent ve araştırmacı olarak görev yapıyor. Freiburg Mikrosistemler Mühendisliği Bölümü’nde (IMTEK), yenilikçi biyomalzemeler, özellikle de potansiyel kanser araştırmaları ve teşhisleri için bir araştırma projesine liderlik ediyor. Bu rol, moleküler biyoloji ve kimya alanındaki uzmanlığını en yeni disiplinlerarası araştırmalara uygulama olanağı sağlıyor. Dr. Alpsoy, yeni bir araştırma ortamına geçişin başlangıçta zorlayıcı olduğunu, yeni laboratuvarlara ve fonlama sistemlerine aşina olması gerektiğini, ancak Türkiye’deki güçlü yayın geçmişi ve deneyiminin Almanya’daki konumunu sağlamlaştırmasına yardımcı olduğunu belirtti. Dr. Alpsoy, 60’tan fazla bilimsel makale yayınladı ve yaklaşık 1.600 kez atıf aldı; bu da sürgündeki üretkenliğinin bir yansıması.

Dr. Alpsoy’un konuşmasının önemli bir teması, profesyonel ağların ve mentorluğun önemiydi. Yerinden edilmiş akademisyenler için destek programlarına katılmanın entegrasyonunu nasıl kolaylaştırdığını vurguladı. Örneğin, tehlike altındaki akademisyenler için Almanya merkezli bir dayanışma derneği olan Academics at Risk e.V. aracılığıyla bir mentorluk girişimine katıldı. Dr. Alpsoy, başkalarını mentorluk ve topluluk desteği almaya içtenlikle teşvik ederek, “Yalnız değilsiniz; bizim gibi bilim insanlarının özgür ve güvenli bir ortamda çalışmalarına devam etmelerine yardımcı olmaya adanmış ağlar var” dedi.

Soru-Cevap bölümünde Dr. Alpsoy, uzmanlığını ev sahibi ülkenin önceliklerine uyarlamanın gerekliliğinden de bahsetti. Kendisi, Türkiye’deki öğretim ve idari liderlikten, neredeyse tamamen Almanya’daki araştırmalara odaklanmaya geçiş yaptı. “Dekanlıktan tekrar laboratuvar bilimciliğine geçtim,” dedi gülümseyerek; kariyerini yeniden inşa ederken hiçbir görevin çok basit olmadığını vurguladı. Meslektaşlarına esnek olmalarını tavsiye etti: “Farklı şapkalar takmaya hazır olun. Ülkenizde profesör veya yönetici olabilirsiniz; yurtdışında doktora sonrası veya teknisyen olarak başlayabilirsiniz. Bunu bir öğrenme deneyimi olarak benimseyin.”

Dr. Sena Arslan: Sınırların Ötesinde Sağlık Profesyonellerini Güçlendirmek

Dr. Sena Arslan, özellikle kariyerlerini uluslararası alanda ilerletmek isteyen hekim olmayan sağlık profesyonellerine, bir sağlık bilimleri araştırmacısının bakış açısından görüşler sundu. İlk eğitimini Türkiye’de alan Dr. Arslan, orada sağlık araştırmaları ve eğitimi alanında çalıştı; örneğin, 2016 yılında Türkiye’deki kurumlarda hemşirelik ve hasta bakımı üzerine çalışmalara katkıda bulundu. Ancak birçok meslektaşı gibi, kariyerinin ilk dönemleri Türkiye’deki yükseköğretim sektöründeki istikrarsızlık nedeniyle sekteye uğradı. Akademik yolculuğuna devam etme kararlılığıyla, daha fazla eğitim ve araştırma yapmak üzere Hollanda’ya taşındı.

Dr. Arslan, 2018 yılından beri Hollanda, Rotterdam’daki Erasmus Üniversitesi Tıp Merkezi Halk Sağlığı ve İç Hastalıkları Bölümü’nde araştırmacı olarak çalışmaktadır. Hemşirelik eğitimi, hasta öz yönetimi ve palyatif bakım desteği konularına odaklanmaktadır. Yayınları, uyku yoksunluğunun hemşirelerin kalp sağlığı üzerindeki etkileri ve hemşire uygulayıcılarının hastaları desteklemedeki öz yeterlilikleri gibi konuları kapsamaktadır. Dr. Arslan’ın yurt dışındaki başarısı aynı zamanda uluslararası dayanışma programlarının da bir kanıtıdır: Araştırmalarını finanse etmesine ve Hollanda akademik camiasına entegre olmasına yardımcı olan Scholar Rescue Fund’dan (SRF) destek almıştır. Dr. Arslan, risk altındaki akademisyenlere özel olarak yönelik hibe ve bursların, Avrupa’daki fırsatlara giden önemli bir köprü olabileceğini açıkladı.

Dr. Arslan sunumunda, yurt dışına göç eden hekim olmayan sağlık çalışanlarının karşılaştığı benzersiz zorluklara değindi. Nitelikleri genellikle tanınmaya giden net yolları olan hekimlerin aksine, hemşireler, laboratuvar teknisyenleri veya halk sağlığı uzmanları gibi profesyoneller, belgelerinin transferini daha zor yapabilmektedir. Dr. Arslan, sadece yeni bir dil öğrenmekle kalmayıp, bazen Avrupa’da denklik kazanmak için ek sertifikalar ve bir doktora programı aracılığıyla uzmanlığını “yeniden kanıtlamak” zorunda kaldığını anlattı. Verdiği en önemli tavsiyelerden biri, sisteme bir giriş kapısı olarak yurt dışında ileri dereceler veya uzmanlıklar almaktı. Örneğin, bir yüksek lisans veya doktora programına kaydolmak, kişinin niteliklerini geliştirebilir ve istihdama giden bir basamak görevi görebilir.

Dr. Arslan ayrıca ikili ilişkilerin ve kültürel adaptasyonun önemini vurguladı. Türkiye ve Batı Avrupa arasında sağlık uygulamaları ve işyeri kültürlerinin önemli ölçüde farklılık gösterebileceğini belirtti. Örneğin, Hollanda’daki hemşirelik rolleri klinik karar alma süreçlerinde oldukça yetkindir ve bu da yaklaşımını uyarlamasını ve Türkçe eğitim almış meslektaşlarını bu yetkinlikleri kazanmaya teşvik etmesini gerektirir. Sürekli mesleki gelişimin altını çizen Dr. Arslan, “Yeni protokolleri, yeni teknolojileri ve hatta hastalar ve meslektaşlarınızla yeni iletişim yöntemlerini öğrenmeye açık olun,” dedi. Böylece, hekim olmayan profesyoneller de başarılı olabilir ve kendi ülkelerinden değerli bakış açıları getirebilirler.

Dr. Burhan Çevik – Almanya’daki Üniversitelere Entegrasyon

Uzun yıllar fizik öğretmeni olarak çalıştıktan sonra, Dr. Burhan Çevik kariyerinin ilerleyen dönemlerinde bilişim teknolojileri ve bilgisayar bilimlerine ilgi duymaya başladı. Fizik öğretmenliği yaparken bu alanlarda yüksek lisans ve doktora derecelerini tamamladı. Türkiye’den ayrılmak zorunda kalmadan önce bir üniversitede yazılım mühendisliği alanında çalışmaya başlamıştı.

Dr. Çevik, sanal gerçeklik ortamları, dokunsal arayüzler ve robotik kollar alanlarında çalışmaktadır. Özellikle Almanya’da, her üç alanda da uzman bilim insanı eksikliği nedeniyle, önceki iş başvurularına hızlı yanıtlar aldı. İkinci başvurusunda görüştüğü üniversiteyle bir sözleşme imzaladı.

Daha sonra proje bazlı pozisyonlara başvurmaya başladı ve ilk sözleşmesinin ardından ikinci bir sözleşme imzaladı. Şu anda kendi önerdiği ve yaklaşık 1,6 milyon avro fon alan bir proje üzerinde çalışmaktadır. Bu projede, uygulamalı bilimler üniversitesi (Hochschule), iki şirket ve bir üniversite hastanesiyle iş birliği yapmaktadır. Deneyimlerine dayanarak, Almanya veya Avrupa Birliği genelinde duyurulan proje çağrılarını incelemenin ve bu çağrılara yanıt olarak yenilikçi ve özgün fikirler üretmenin önemini vurguladı. Ayrıca, bu fikirleri kısa ve anlaşılır bir metinde özetlemenin, bir üniversitede ilgili alanda çalışan bir profesörle paylaşmanın ve motivasyonunuzu açıkça ifade etmenin akademik bir pozisyon elde etmede oldukça etkili adımlar olduğunu vurguladı.

Bir üniversitede göreve başlamanın akademisyenler için ders verme fırsatları da yarattığını belirtti. Bu bağlamda, Dr. Çevik lisans öğrencilerine Backend ve Frontend dersleri vermiş ve şu anda lisansüstü öğrencilere Dokunsal Arayüzler dersini vermektedir.

Dr. Çevik, meslektaşlarına çekingen olmamalarını ve dil engelini aşılmaz bir duvar olarak görmemelerini tavsiye ediyor. Akademik pozisyonlara başvururken aynı zamanda dil öğrenmeye devam etmelerini ve olumsuz yanıtlar alırlarsa motivasyonlarını kaybetmemelerini öneriyor. Kendisi bu yaklaşımı benimsemeseydi, bugün bulunduğu konumda olamayacağını belirtti.

Ayrıca, benzer deneyimler yaşamış güvenilir meslektaşlarından destek almanın bu süreçte son derece faydalı olabileceğini vurguladı. “Yumuşaklığına ve akışkanlığına rağmen, bir damla suyun mermeri aşındırmasının temel nedeni, sürekli aynı noktaya damlamasıdır.”

Tasfiyeden Yenilenmeye: Altın Sürgün Edilmekle Paslanmaz

2016’dan bu yana, 7.000’den fazla akademisyen, binlerce kişinin kariyerini ve hayatını altüst eden daha geniş kapsamlı bir siyasi tasfiyenin parçası olarak, olağanüstü hâl kararnameleriyle Türkiye üniversitelerinden ihraç edildi. Buna rağmen, “Deneyim Paylaşım Toplantısı”ndaki hikayeler, Avrupa genelinde akademik hayatlarını başarıyla yeniden kuran çok sayıda yüksek nitelikli bireyin nasıl olduğunu ortaya koyuyor. Uzmanlıkları, dayanıklılıkları ve uyum yetenekleri sayesinde araştırma ve eğitimde yeni roller edindiler ve genellikle ev sahibi ülkelerine katkıda bulunurken Türkiye ile akademik bağlarını da korudular. Başarıları, hem zorunlu göçün trajedisini hem de yetenek dayanışma ve fırsatlarla desteklendiğinde yenilenme potansiyelini vurguluyor.