Ana Sayfa Blog

Kızamık Vakalarındaki Artış Endişe Verici

0

2025 yılı, kızamığın dünya genelinde yeniden yükselişe geçtiği bir yıl olarak öne çıkıyor. Yıllardır etkili aşılama programları sayesinde kontrol altında tutulan bu hastalık, bugün birçok ülkede ciddi salgınlara yol açıyor. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde kızamık vakaları son otuz yılın en yüksek seviyesine ulaştı. CDC verilerine göre 2025 yılı itibarıyla ülke genelinde yaklaşık iki binin üzerinde doğrulanmış vaka bildirildi ve bu artış, 2000 yılında elde edilen “kızamık eliminasyonu” statüsünün tehlikeye girmesine yol açtı (https://www.cdc.gov/measles/data-research/index.html). En dikkat çekici artış Güney Carolina’da yaşanıyor; eyalette 126’ya yakın vaka tespit edilmiş durumda ve yüzlerce kişi temas nedeniyle karantina altına alındı. Utah, Arizona ve diğer birçok eyalette de okul temelli küçük salgınlar sürüyor. Vaka sayılarındaki bu artışın büyük bölümü aşısız ya da eksik aşılanmış kişilerden kaynaklanıyor (https://www.reuters.com/business/healthcare-pharmaceuticals/south-carolina-measles-cases-rise-126-amid-accelerating-outbreak-2025-12-12/).

Benzer bir tablo Avrupa’da da karşımıza çıkıyor. Dünya Sağlık Örgütü ve UNICEF’e göre Avrupa Bölgesi 2024 yılında 127 binden fazla kızamık vakası bildirdi ve bu rakam, 1997’den bu yana kaydedilen en yüksek seviye olarak kayıtlara geçti. 2025 boyunca artış devam etti; Avrupa Hastalık Önleme ve Kontrol Merkezi (ECDC), AB/AEA ülkelerinde Kasım 2024’ten Ekim 2025’e kadar 9.600’ün üzerinde doğrulanmış vaka olduğunu bildirdi. Belçika, İtalya ve İspanya gibi ülkeler yüzlerce vakayla dikkat çekerken, birçok ülkede okul çağındaki çocuklar arasında yayılımın hızlandığı görülüyor. Uzmanlar, COVID-19 pandemisi sırasında rutin aşılamaların aksaması ve sağlık hizmetlerine erişimin azalmasının, kıtada bağışıklık oranlarını olumsuz etkilediğini vurguluyor (https://www.who.int/europe/news/item/13-03-2025-european-region-reports-highest-number-of-measles-cases-in-more-than-25-years—unicef–who-europe).

Amerika kıtasının diğer bölgelerinde de benzer bir risk söz konusu. PAHO’nun açıklamalarına göre 2025’in ortasına kadar Latin Amerika’da on ülkede 10 binden fazla vaka bildirildi ve onlarca ölüm kaydedildi. Dünya genelinde kızamık halen tamamen önlenebilir bir hastalık olmasına rağmen, WHO’nun raporları 2023 yılında yaklaşık 10 milyon kişinin kızamığa yakalandığını gösteriyor. Bu tablo, rutin bağışıklama oranlarının bazı bölgelerde kritik eşiğin altında kaldığını açıkça ortaya koyuyor (https://www.paho.org/en/news/15-8-2025-ten-countries-americas-report-measles-outbreaks-2025).

Kızamığın bu kadar hızlı yayılabilmesinin temel nedeni, virüsün son derece bulaşıcı olmasıdır. Enfekte bir kişiyle aynı ortamı paylaşan ve aşısız olan bireylerin yaklaşık yüzde 90’ı hastalığa yakalanabilir. Buna karşın MMR aşısının iki dozu, yüzde 97’nin üzerinde koruma sağlar. Toplumun en az yüzde 95’inin aşılı olması, kızamığın toplumsal düzeyde kontrol altında tutulması için kritik öneme sahiptir. Ancak pandemi döneminde aşılanmaların aksaması, aşı tereddütü ve yanlış bilgi kampanyalarının güçlenmesi nedeniyle birçok ülkede bağışıklık oranları bu eşiğin altına düşmüş durumda.

Küresel ölçekte artan insan hareketliliği ve zorunlu göçler de kızamık vakalarının artmasının bir sebebi olabilir. Uzmanlar, göçün tek başına salgınların nedeni olmadığının altını çiziyor; ancak çatışma bölgelerinde ve düşük gelirli ülkelerde aşı programlarının aksaması, sağlık hizmetlerine erişimdeki eşitsizlik ve göç yolculuklarının zorlu koşulları, bazı topluluklarda aşı eksikliğine yol açabiliyor. Bu durum, özellikle varış ülkelerinde bütün göçmenlerin erken dönemde aşılama programlarına dahil edilmesini daha da kritik hale getiriyor. Bununla birlikte, Avrupa ve Amerika’daki son kızamık artışlarında belirleyici faktörün göç değil, yerli nüfus içindeki aşılanma oranlarının düşmesi ve artan aşı tereddüdü olduğu belirtiliyor. Bu nedenle, göç ve sağlık arasındaki ilişkiyi tek yönlü açıklamalardan kaçınarak, toplum sağlığında eşit erişimin ve güçlü bağışıklama programlarının önemini vurgulayan bir çerçeve içinde ele almak gerekiyor.

Tüm bu veriler, kızamığın sadece tıbbi bir sorun değil, aynı zamanda küresel bir halk sağlığı sorunu olduğunu gösteriyor. Hastalık, özellikle küçük çocuklarda zatürree, ensefalit ve ölüm gibi ağır sonuçlar doğurabiliyor. Maalesef etkili, ucuz ve güvenli aşılara sahip olmamıza rağmen dünyanın birçok bölgesinde yeniden büyük salgınlar görüyoruz. Halk sağlığı uzmanları, aşı kapsamını artırmaya yönelik hızlı ve kapsamlı kampanyalar yürütülmesi gerektiğini, toplumun bilimsel bilgiyle desteklenmesi ve aşı karşıtı yanlış bilgilere karşı aktif mücadele edilmesinin zorunlu olduğunu belirtiyor.

2025 yılındaki bu kızamık dalgası, bize bir kez daha bağışıklama programlarının ne kadar hayati olduğunu ve pandemi sonrası dünyada rutin sağlık hizmetlerini güçlendirmenin önemini hatırlatıyor. Aşının etkili olduğu bir hastalık için bugün hâlâ salgınlardan söz ediyor olmamız, küresel sağlık sistemlerinin ne kadar kırılgan hale gelebildiğini ve bilimsel temelli halk sağlığı politikalarının önemini açıkça ortaya koyuyor.

Yapay Zeka ve Sağlık: Konfor Alanından Çıkma Zamanı

0

1 Aralık 2025 tarihinde Akademische Solidarität e. V. tarafından düzenlenen “AI in Healthcare / Sağlıkta Yapay Zeka” başlıklı çevrim içi seminere, farklı ülkelerden ve sağlık disiplinlerinden yaklaşık 90 kişi katıldı. Seminerin konuşmacısı, Arkansas Tech University Bilgisayar Bilimleri Bölümü öğretim üyesi Dr. Tolga Ensari oldu.

Dr. Ensari, konuşmasının başlangıcında yapay zekânın gelişim sürecini ve temel matematiksel-istatistiksel altyapısını özetleyerek, AI’ın yalnızca programlamadan ibaret olmadığını; diferansiyel denklemlerden optimizasyona, grafik teorisinden olasılık modellerine kadar geniş bir bilgi tabanına sahip olduğunu vurguladı.

Konuşmanın ana bölümünde Dr. Ensari, yapay zekânın sağlık alanındaki güncel uygulamalarını ele aldı:

  • Tıbbi görüntülemede (CT, MR, patoloji) yapay zekâ destekli tanı sistemleri, kanser tespitinden görüntü yorumlamaya kadar yaygın şekilde kullanılmaya başlandı.
  • Klinik karar destek yazılımları (IBM Watson Health vb.) hekimlerin tanı ve tedavi süreçlerini hızlandırıyor.
  • Metin, genom verisi veya sensör çıktılarının AI algoritmalarına nasıl dönüştürüldüğü örneklerle açıklandı.
  • Gelişmekte olan alanlar arasında dijital ruh sağlığı, biyolojik bilgisayarlar, sinir hücreleriyle çalışan yeni nesil “actual intelligence” kavramı ve spiking neural networks gibi biyolojik esinli modeller yer aldı.

Dr. Ensari, yapay zekânın insan gibi “hata yapabileceğini” de somut örneklerle anlattı. Avustralya’da Tesla araçlarının kanguruları tanıyamayıp durması veya görüntü sınıflandırıcıların muffin–köpek yavrusu arasındaki farkı karıştırması, AI sistemlerinin mutlak doğru kabul edilmemesi gerektiğini gösteren örnekler arasında paylaşıldı.

Seminerde etik ilkeler ve yaklaşan yasal düzenlemeler geniş yer tuttu. Bu çerçevede veri gizliliği, adalet ve şeffaflık, insan denetimi, yönetilebilirlik ve izlenebilirlik AI sistemlerinin temel koşulları olarak tanımlandı.

Seminerde ABD ve AB’de beş yıldır süren kapsamlı “teknoloji anayasası” çalışmalarından örnekler paylaşıldı. Hekimlerin AI kullanırken hukuki sorumluluğu, olası malpraktis davalarında paylaşılmış sorumluluk (“shared responsibility”) ve ileride ortaya çıkabilecek regulasyonların yönü tartışıldı.

Dr. Ensari, katılımcıların sorularını da yanıtladı:

  • Hastaların hekime gelmeden önce ChatGPT gibi araçlara danışması artık yaygın; ancak hekimin AI ile konuşmayı hastanın önünde ve şeffaf şekilde yürütmesi etik açıdan daha doğru olabilir.
  • AI’ın hatalı karar vermesi durumunda sorumluluğun tek başına yazılıma atılamayacağı vurgulandı.
  • Birinci basamakta çalışan hekimler için özel klinik AI araçlarının yakın gelecekte meslek gruplarına göre özelleştirileceği öngörüldü.
  • Meta-analiz yapabilen AI sistemlerinin giderek güçlendiği ve yakın zamanda bilimsel araştırma süreçlerini tamamen dönüştürebileceği belirtildi.
  • Ruh sağlığı ile ilgili konularda gelişi güzel sohbet amaçlı yapay zekâ kullanımının sakıncalı olduğu, ancak lisanslı “Dijital Mental Health” sistemlerinin yararlı olabileceği ifade edildi.

Seminerin sonunda söz alan katılımcılardan biri, İsveç’te birinci basamakta kullanılan Tandem Health benzeri AI destekli yazılımların pratik faydalarını aktardı:

  • Hekim–hasta görüşmesini otomatik olarak transkribe edip tıbbi notlara dönüştürme,
  • Rapor, sevk, istirahat belgesi gibi yazışmaları saniyeler içinde oluşturma,
  • İlaç etkileşimleri ve guideline denetimlerini otomatik yapma.

Bir başka katılımcı Almanya’da kullanılan Heidi Health adlı transkripsiyon ve karar destek aracından söz ederek, bu yazılımların özellikle veri güvenliği gereklilikleri nedeniyle yerel sistemlere entegre çalışmasının önemini vurguladı.

“Konfor Alanından Çıkma Zamanı”

Programın sonunda moderatörlerden biri, seminerin kendisini “konfor alanından çıkarıp korku–öğrenme–gelişim döngüsüne ittiğini” söyleyince, Dr. Ensari şu sözlerle yanıt verdi:

“Korkmak iyidir. Çünkü öğrenmenin ve gelişmenin başlangıcıdır.”

Akademische Solidarität e. V. tarafından düzenlenen bu kapsamlı seminer, hem teknik hem etik hem de pratik yönleriyle yapay zekânın sağlıkta nasıl bir dönüşüm başlattığını gözler önüne serdi. Katılımcıların yoğun ilgisi ve aktif katkıları, sağlık alanındaki profesyonellerin bu değişime hazır olduğunu, fakat yolun henüz başında olunduğunu bir kez daha gösterdi.

İngiltere Prostat Kanseri Taramasını Önermiyor

0

Bu hafta Birleşik Krallık’ta ulusal tarama komitesinin prostat kanseri taramasını genel nüfus için önermeme yönündeki kararı, uluslararası tıp camiasında yeni bir tartışma başlattı. Kararın ardında tanıdık bir gerekçe yer alıyor: PSA (prostat spesifik antijen) testi bazı hayatları kurtarsa da, gereksiz tanı ve gereksiz tedavi riskini de beraberinde getiriyor. Üstelik son yıllarda kanıtlar, bu dengenin hâlâ hassas olduğunu gösteriyor (https://www.ft.com/content/9065a8d8-8bfb-40e7-a64d-a326275a00e8).

Tarama konusunda en kapsamlı verilerden biri olan Avrupa’daki ERSPC randomize çalışmasının 23 yıllık sonuçları şöyle: PSA ile düzenli tarama yapılan grupta prostat kanserinden ölme olasılığı göreli olarak yaklaşık yüzde 13 daha düşük. Ancak bu ‘göreli’ fark, gerçek hayatta çok küçük bir kazanca karşılık geliyor: 23 yıllık izlemde, tarama yapılan her 1.000 erkekten yalnızca 2 veya 3’ünün prostat kanserinden ölümü önlenmiş görünüyor. Buna karşılık, tarama yapılan grupta prostat kanseri tanısı yüzde 30 oranında artıyor; yani birçok erkek, aslında hiçbir zaman sorun yaratmayacak, yavaş seyirli bir tümör için “hasta” etiketi alıyor. Bu da gereksiz biyopsiler, gereksiz ameliyatlar ve yaşam kalitesini düşüren komplikasyonlar anlamına gelebiliyor (https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/41160819/).  

Prostat kanseri taramasındaki en önemli sorulardan biri, hâlâ en temel araçlardan olan PSA testinin doğruluğu. PSA’nın yalancı pozitif oranı oldukça yüksek; örneğin PSA’sı yüksek bulunan erkeklerin yaklaşık yüzde 70’i biyopsi yapıldığında kanser çıkmıyor. Özellikle prostat büyümesi, enfeksiyonlar ve hatta yakın zamanda yapılan cinsel ilişki bile PSA’yı yükseltebiliyor. Bu durum, ciddi bir kaygı yükü, gereksiz biyopsiler ve bazen de gereksiz tedavilere uzanan bir zincir anlamına geliyor. Öte yandan PSA’nın yalancı negatifliği de göz ardı edilemez; yaklaşık yüzde 15 civarında prostat kanseri PSA normal olduğu hâlde atlanabiliyor. Bu oran, özellikle agresif tümörlerden duyulan endişeyi canlı tutuyor (https://bmjoncology.bmj.com/content/2/1/e000039).

Güncel tartışmalarda öne çıkan bir diğer konu, tarama yapılacaksa hangi yöntemin tercih edilmesi gerektiği. Geçmişte prostat kanseri açısından tarama denildiğinde, parmakla rektal muayene (DRE) rutin olarak öneriliyordu. Ancak son yıllarda yapılan çalışmalar, DRE’nin tarama amacıyla kullanıldığında oldukça düşük bir duyarlılığa sahip olduğunu gösterdi. Güncel kılavuzların çoğu, DRE’nin tarama testinden ziyade, spesifik bir şikâyeti olan veya PSA’sı yüksek çıkan erkeklerde tamamlayıcı bir fizik muayene aracı olarak değerlendirilmesi gerektiğini vurguluyor. Tarama kararı alınacaksa PSA testi, duyarlılığı daha yüksek olduğu için tercih edilen yöntem. Ancak PSA’nın da tek başına kesin bir sonuç vermediği, hem yalancı pozitiflik hem de yalancı negatiflik riskine sahip olduğu unutulmamalı.

Bugün birçok ülke, taramayı tüm nüfusa önermek yerine daha seçici bir yaklaşımı benimsiyor. ABD’nin USPSTF önerileri, 55–69 yaş arasındaki erkeklerde taramanın ancak hekim ve hasta arasında kapsamlı bir görüşme yapılarak, olası yarar ve zararların açıkça tartışılmasından sonra yapılmasını uygun görüyor (https://www.uspreventiveservicestaskforce.org/uspstf/recommendation/prostate-cancer-screening). Yaşam beklentisi sınırlı olan veya 70 yaş üstü erkeklerde taramanın zararlarının faydasından fazla olduğuna dikkat çekiliyor. İngiltere’nin son kararı ise genel taramayı reddederken, yalnızca BRCA1/2 mutasyonu taşıyan erkeklerde iki yılda bir taramayı destekliyor; çünkü bu grupta prostat kanseri daha erken ve daha agresif seyredebilir. Almanya’da da artık sistematik “rektal muayene + otomatik biyopsi” dönemi kapanıyor; Alman kılavuzu, PSA’ya dayalı, daha özelleştirilmiş (risk, yaş, PSA değeri, talep vb’ye göre) bir stratejiyi tavsiye ediyor. Ama bu strateji hâlâ “herkese zorunlu” veya “kitle tarama programı” değil (https://register.awmf.org/assets/guidelines/043-022OLl_S3_Prostatakarzinom_2025-08.pdf).

Tıptaki son gelişmeler ise PSA’ya ek olarak multiparametrik prostat MRI’nın giderek daha güçlü bir araç haline geldiğini gösteriyor. MRI’ın, gereksiz biyopsileri azaltma ve klinik açıdan anlamlı kanserleri daha isabetli yakalama potansiyeli var. Ancak MRI temelli taramanın toplum genelinde uygulanabilirliği, maliyet-etkinliği ve ideal yaş aralıkları henüz tam olarak netleşmiş değil (https://bmjopen.bmj.com/content/12/11/e059482).

Tüm bu veriler, prostat kanseri taramasının basit bir “yaptır / yaptırma” kararı olmadığını açıkça ortaya koyuyor. Her erkekte risk profili, yaşam beklentisi, aile öyküsü ve kişisel tercihleri farklı. Hekim ile hasta arasındaki iyi bir iletişim, taramanın potansiyel faydalarının olduğu kadar, aşırı tanı, aşırı tedavi ve test hatalarının doğurabileceği fiziksel ve psikolojik zararların da dürüstçe konuşulmasını gerektiriyor.

Sonuç olarak, güncel kanıtlar genel nüfusta zorunlu veya otomatik bir taramayı desteklemiyor. Ancak 50–70 yaş aralığındaki sağlıklı erkeklerde, özellikle aile öyküsü olanlarda veya yüksek riskli gruplarda, tarama seçeneği dikkatle değerlendirilmelidir. Taramanın tek amacı erken saptama değil; aynı zamanda erkeklerin kendi sağlık kararlarında aktif bir rol üstlenmelerini sağlamak. Hekimlik pratiğinde ise amaç, daha çok test değil, daha çok bilgilendirme ve daha az zarar. Prostat kanseri taramasındaki güncel tartışmalar da bizi tam olarak bu noktaya çağırıyor.

Yapay Zekâ Geri Çekilmiş Makaleleri Ayırt Edemiyor

0

Bilimsel literatürde geri çekilmiş makaleler, araştırma bütünlüğünü korumak için kullanılan en sert ve görünür uyarı işaretleridir. Ancak Retraction Watch’ta 19 Kasım 2025’te yayımlanan yeni bir çalışma, hızla yaygınlaşan yapay zekâ sohbet botlarının bu kritik uyarı işaretlerini tanımakta son derece zorlandığını gösteriyor. Araştırmacılar, özellikle ChatGPT ve benzeri araçlara yönelen akademisyenlerin, bu modellerin verdiği yanıtları “otomatik doğruluk filtresi” gibi kullanmaları hâlinde ciddi hatalara davetiye çıkardıkları konusunda uyarıyor (https://retractionwatch.com/2025/11/19/ai-unreliable-identifying-retracted-research-papers-study/).

Çalışmayı yürüten Campinas Eyalet Üniversitesi’nden Konradin Metze ve ekibi, aslında oldukça basit bir deney tasarladı. Anesteziyoloji alanındaki büyük bilimsel sahtecilik skandalıyla bilinen Joachim Boldt’un yayınlarından oluşan bir listeyi 21 farklı yapay zekaya sundular. Listenin içinde en çok atıf alan geri çekilmiş Boldt makaleleri, yine en çok atıf alan ama geri çekilmemiş Boldt yayınları ve ayrıca soyadı Boldt olan başka yazarların yazdığı makaleler yer alıyordu. Toplam 132 referansın her biri için botlardan tek bir şey istenmişti: Bu makale geri çekildi mi, çekilmedi mi?

Sonuç çarpıcıydı. Sohbet botlarının çoğu, geri çekilmiş makalelerin yarısından azını doğru olarak tanımladı. Üstelik yalnızca “kaçırmakla” kalmadılar; geri çekilmemiş makalelerin de hatırı sayılır bir bölümünü yanlışlıkla geri çekilmiş gibi işaretlediler. Bu, hem duyarlılık hem de özgüllük bakımından ciddi bir zayıflık anlamına geliyor: Yapay zekâ, hem yanlış güvence veriyor hem de sağlam makalelere gereksiz şüphe düşürüyor.

Araştırma ekibi üç ay sonra deneyin bir kısmını tekrarladığında daha da ilginç bir tabloyla karşılaştı. İlk turda botlar genellikle kesin ifadeler kullanırken, ikinci turda “muhtemelen geri çekilmiş olabilir” veya “daha fazla inceleme gerektiriyor” gibi muğlak ve kaçamak cümleler kurmaya başladılar. Araştırmacılar bu değişimi, modellerin “yanlış bir kesinlik sunmak” ile “belirsiz ifadelerle kendini kurtarmaya çalışmak” arasında gidip geldiği şeklinde yorumluyor.

Retraction Watch haberinde, Sheffield Üniversitesi’nden Mike Thelwall’ın kısa süre önce yayımladığı başka bir çalışma da hatırlatılıyor. Thelwall, geri çekilmiş ya da hakkında ciddi şüpheler bulunan 217 makaleyi ChatGPT’ye toplam 6510 kez değerlendirdi. Bu binlerce cevabın hiçbirinde, ChatGPT makalenin geri çekildiğini, hakkında soru işareti olduğunu ya da bilimsel sorun içerdiğini belirtmedi. Aksine, bazı geri çekilmiş makaleleri “yüksek kaliteli çalışma” olarak övdüğü bile görüldü. Bu durum, yapay zekânın yalnızca retraction bilgisini kaçırmakla kalmadığını, aynı zamanda hatalı veya sahte bilimsel bulguları övgüyle yeniden üretebildiğini de gösteriyor (https://sheffield.ac.uk/ijc/news/new-research-suggests-chatgpt-ignores-article-retractions-and-errors-when-used-inform-literature?utm_source=chatgpt.com).

Sorun yalnızca tanımada değil. Journal of Advanced Research’ta yayımlanan bir başka çalışma, sohbet botlarının verdiği cevaplarda geri çekilmiş makaleleri kaynak olarak kullandığını ortaya koydu. Bu da yapay zekânın, bilimsel literatürde artık geçersiz sayılan bilgileri yeniden dolaşıma sokabildiği anlamına geliyor. Akademik dünyada gittikçe daha fazla kişi ChatGPT gibi araçları hızlı özet çıkarmak, araştırma fikri geliştirmek veya literatüre hâkim olmak için kullanırken, geri çekilmiş bilgilerin yeniden dolaşıma girmesi giderek büyüyen bir risk haline geliyor.

Bilim sosyoloğu Serge Horbach, bu gelişmeleri “açık bir uyarı” olarak nitelendiriyor: LLM modelleri, geri çekilmiş makaleleri ayıklamak için uygun araçlar değil. Yapay zekâ modellerinin eğitim verisi hem tarihsel olarak gecikmeli hem de retraction bilgilerinin dağınık biçimde yayımlandığı bir sistemden besleniyor. Bir makalenin geri çekildiğine dair bilgi yalnızca dergi sayfasında, yalnızca PubMed’de ya da yalnızca Retraction Watch veri tabanında görünür olabiliyor. Bu parçalı yapıyı güvenlikle ve doğrulukla taramak, bugünkü sohbet botlarının teknik kapasitesinin oldukça ötesinde.

Academic Solidarity açısından bu bulgular, özellikle sürgündeki veya güvencesiz koşullarda çalışan akademisyenler için özel bir anlam taşıyor. Araştırma altyapısına erişimin sınırlı olduğu durumlarda ChatGPT gibi araçlar cazip bir hız ve kolaylık sunuyor. Ancak bu kolaylık, geri çekilmiş veya hatalı bilgilere dayalı çalışmaların fark edilmeden yeniden üretilmesi riskini beraberinde getiriyor. Politik, hukuki veya insan hakları alanlarında çalışan araştırmacılar için bu risk daha da ağır olabilir; yanlış bilgi yalnızca bilimsel bir hata değil, aynı zamanda politik bir manipülasyonun kapısını da aralayabilir.

Bu tablo, yapay zekânın araştırma süreçlerinde tamamen dışlanmasını gerektirmiyor; ancak kritik bir sınırı hatırlatıyor: ChatGPT ve benzeri modeller, geri çekilmiş literatürü tespit etmek için güvenilir bir filtre değil. Bu araçlar en fazla not tutmaya, metni sadeleştirmeye, tartışma fikri üretmeye yardımcı olabilir. Fakat bir makalenin gerçekten geri çekilip çekilmediğine karar verme işi, günümüzde halen insan araştırmacının sorumluluğunda olmalı. Bilimsel bütünlüğün asıl yükünü taşıyan da bu sorumluluk oluyor.

Akademi ile Reel Sektör Arasındaki İşbirliğinde Daha Çok Yürünecek Yol Var

0

Academic Solidarity Derneği bu hafta akademi ile reel sektör arasındaki ilişkiyi mercek altına alıyor. Üniversitelerin inovasyon ve kalkınmadaki kritik rolü giderek güçlenirken, iki taraf arasındaki işbirliğinin hâlâ potansiyelin belirgin şekilde altında olduğu görülüyor. Bu durum yalnızca Türkiye’de değil, Almanya ve diğer OECD ülkelerinde de benzer şekilde gündemde. OECD’nin üniversite–sanayi işbirliğine ilişkin son raporunda, ülkeler genelinde işbirliğinin beklentilerin altında kaldığı, bunun nedenleri arasında bürokrasi, finansman zorlukları ve iki kurumun farklı çalışma ritimleri olduğu belirtiliyor (OECD 2023, https://www.oecd.org/sti/university-industry-collaboration.htm).

Akademiye yönelik “sırça saraylarda çalışma” eleştirisi ise kamuoyunda sıkça gündeme geliyor. Akademik dünyayı analiz eden araştırmacılar, yayın baskısı, yüksek ders yükü ve idari görevlerin akademisyenlerin zamanının büyük kısmını tükettiğini; bu durumun dış sektörle ortak çalışmayı zorlaştırdığını ortaya koyuyor (Altbach 2015, https://doi.org/10.6017/ihe.2015.79.5837). Avrupa Komisyonu da benzer şekilde, akademi ve sektör arasında “farklı motivasyonlar ve iletişim eksikliği” nedeniyle sistematik bir kopukluk bulunduğunu vurguluyor (European Commission 2021, https://place-based-innovation.ec.europa.eu/publications/higher-education-smart-specialisation-handbook_en).

Öte yandan reel sektörün üniversiteleri ne kadar etkili kullandığı da tartışma konusu. Türkiye’deki işletmelerin üniversiteleri genellikle nitelikli mezun sağlayan kurumlar olarak gördüğü, Ar-Ge ve inovasyon odaklı ortak projelerin hâlâ sınırlı kaldığı belirtilmektedir (https://www.yok.gov.tr/documents/documents/68c01f9a0dc63.pdf). Almanya’da durum daha iyi olsa da tamamen farklı değil. Stifterverband ve CHE’nin hazırladığı “Transferindikator Deutschland” raporu, Almanya üniversitelerinde dahi sektörel işbirliğinin potansiyelin altında kaldığını gösteriyor (Stifterverband & CHE 2022, https://www.stifterverband.org/transferkompass).

Sektörün üniversitelerden beklentisinin karşılanamamasının önemli nedenlerinden biri de uygulama pratiği eksikliği. Dünya Ekonomik Forumu’nun “Future of Jobs” raporu, üniversite mezunlarının pek çok ülkede pratik beceri açısından iş dünyasının ihtiyaçlarını karşılamakta zorlandığını belirtiyor (WEF 2020, https://www.weforum.org/reports/the-future-of-jobs-report-2020).

Akademi–sektör ilişkisini zayıflatan bir diğer faktör ise karşılıklı güvensizlik. Research Policy dergisinde yayımlanan kapsamlı bir derleme, sektörün akademiyi “yavaş ve soyut”, akademinin ise sektörü “sabırsız ve ticari kaygılı” bulduğunu ortaya koyuyor. Bu durumun temelinde iletişim eksikliği, farklı motivasyonlar ve aracı kurumların zayıflığı yatıyor (Perkmann et al. 2013, https://doi.org/10.1016/j.respol.2012.09.007).

Dünyadaki başarılı örnekler, bu kopukluğun aşılabileceğini kanıtlıyor. Almanya’daki Fraunhofer Enstitüleri’nin gelirlerinin yaklaşık %70’inin özel sektör projelerinden gelmesi ve kurumun uygulamalı araştırma konusundaki küresel başarısı, güçlü bir model oluşturuyor (Fraunhofer Jahresbericht 2023, https://www.fraunhofer.de/en/annual-report.html). ABD’de Stanford ve MIT çevresinde gelişen üniversite–startup ekosistemi ise akademik araştırmaların hızla ticarileşmesini mümkün kılıyor (Roberts 2019, https://www.nowpublishers.com/article/Details/ENT-093). İsveç ve Hollanda gibi ülkelerde belediye–üniversite–sanayi üçgeniyle yürütülen yerel yenilik programları, işbirliğinin nasıl kurumsallaşabileceğine dair iyi örnekler sunuyor.

Peki akademi ve reel sektör nasıl daha verimli çalışabilir? OECD’nin işbirliği politikalarına ilişkin analizine göre ortak fon mekanizmaları, vergi teşvikleri ve teknoloji transfer ofislerinin güçlendirilmesi sürdürülebilir bir işbirliği için kritik adımlar arasında yer alıyor (OECD 2019, https://www.oecd.org/sti/university-industry-collaboration-policies.htm). Avrupa’da giderek yaygınlaşan sanayi doktora programları, akademisyenlerin danışmanlık yapması ve sektörle ortak proje kültürünün geliştirilmesi de sık önerilen stratejiler arasında.

Akademi ile reel sektör arasında gözle görünür bir mesafe bulunsa da kullanılmayan büyük bir potansiyel olduğu açık. Dijitalleşme, yapay zeka, sürdürülebilirlik ve küresel rekabet gibi alanlarda her iki taraf da birbirine geçmişe kıyasla çok daha fazla ihtiyaç duyuyor. Doğru köprü mekanizmaları, güçlü aracı yapılar ve politik desteklerle üniversiteler ile iş dünyası arasında gerçek bir sinerji yaratmak mümkün. Bu işbirliği yalnızca ekonomik büyüme için değil, toplumsal gelişim ve bilimsel ilerleme açısından da kritik önem taşıyor.

Türkiye’de Akademik Özgürlük Dibe Vurdu: “Bu istibdat rejiminin diploması hükümsüzdür”

0

İstanbul Teknik Üniversitesi’nin son mezuniyet töreninde sahneye çıkan öğrenciler, rektörün konuşmasını protesto etti. Tribünlerde oturan aileler protestoya alkışlarla karşılık verdi. Törende yükselen bu ortak tepki, yalnızca bir anlık öfkenin değil, Türkiye’de üniversite yönetimi ve akademik özgürlükler konusunda birikmiş, kolektif bir rahatsızlığın görünür hale gelmesiydi (https://onedio.com/haber/itu-mezuniyet-toreninde-rektorun-konusmasini-protesto-eden-ogrencilere-aileler-alkislarla-destek-verdi-1303148).

Türkiye’de üniversiteler son on yılda belirgin biçimde merkezileştirilmiş bir yönetişim modeline geçti. 2016 sonrası yapılan düzenlemelerle rektör seçimleri tamamen ortadan kaldırıldı ve tüm rektörler Cumhurbaşkanı tarafından atanır hale geldi. Boğaziçi, ODTÜ, İstanbul Üniversitesi, Marmara ve daha birçok köklü üniversite, öğretim üyelerinin tercihi dışındaki atamalar nedeniyle hem akademik hem de kültürel kimliklerinde kırılmalar yaşadı. Bu atamalar yalnızca idari birer karar olarak değil, üniversitelerin tarih boyunca taşıdığı özerklik ilkesinin aşınması olarak değerlendiriliyor.

Söz konusu durum yalnızca üniversitelere özgü değil. Benzer gerilimin liselere kadar indiğini Ankara Fen Lisesi’nin mezuniyet töreninde görüyoruz. Öğrenciler, eğitim ortamlarını şekillendirme hakkının ellerinden alındığını düşünerek okul müdürünü protesto etti. Eğitim alanında katılım ve söz hakkının daraltıldığına dair algı, artık yalnızca üniversiteli gençlerde değil, daha erken yaş gruplarında da hissediliyor (https://ankahaber.net/haber/detay/ankara_fen_lisesi_ogrencileri__mezuniyet_toreninde_okul_mudurunu_protesto_etti_246956).

Boğaziçi Üniversitesi mezuniyet töreninde Doruk Dörücü’nün diplomayı sahnede yırtarak gerçekleştirdiği protesto (https://www.dw.com/tr/i%CC%87mamo%C4%9Flu-protestosu-diplomas%C4%B1n%C4%B1-y%C4%B1rtan-doruk-d%C3%B6r%C3%BCc%C3%BC-serbest/a-73153618), bu dönüşümün en sembolik örneklerinden biri olarak hafızalara kazındı. “Bu istibdat rejiminin diploması hükümsüzdür” sözleri, bireysel bir çıkış gibi görünse de, üniversitenin artık öğrenciler için kendilerini ifade edebilecekleri bir “ev” olma niteliğini kaybettiği hissinin dışavurumuydu. Diplomayı yırtmak, yalnızca eğitim kurumuna değil, bu kurumun temsil ettiğine inanılan kültürel anlamlara yönelik bir itirazdı.

Bu gelişmeler Türkiye’ye özgü değil. Aynı dönemde ABD’de (https://www.independent.co.uk/news/harvard-university-donald-trump-university-of-kentucky-education-department-phoenix-b2742772.html) ve başka yerlerde de (https://www.belfasttelegraph.co.uk/news/northern-ireland/ulster-university-accused-of-censorship-after-removing-palestinian-flag-footage-from-graduation-video/a231930227.html) üniversiteler kampüs protestoları ve politik baskılar nedeniyle mezuniyet törenlerini iptal ediyor, semboller yasaklanıyor, öğrencilerin söz hakkı sınırlandırılıyor. Akademik alanın siyasileşmesi ve yönetimlerin özgür ifade karşısında tedbir alma refleksi, küresel ölçekte benzer bir yönelim sergiliyor. Bilginin uluslararası dolaşımı gibi baskı biçimleri de artık sınır tanımıyor.

İTÜ’de tribünlerden yükselen alkış, önemli bir eşik işareti verdi. Bu kez yalnızca öğrenciler konuşmadı; aileler de sahneye dönük baskıyı kabul etmediklerini gösterdi. Bu destek, akademik özgürlüğün yalnızca akademisyenlerin ya da öğrencilerin iç tartışması değil, toplumun geleceğini belirleyen ortak bir değer olduğunu hatırlattı.

Mezuniyet törenleri, bir üniversitenin kendini nasıl tanımladığını gösteren ritüellerdir. Eğer bu ritüeller sessizliğe zorlanıyorsa, üniversitenin düşünsel alanı da daralıyor demektir. Bugün Türkiye’de mezuniyet sahnesinde yaşananlar, yalnızca bir törenin değil, bir kamusal aklın, bir eleştiri kültürünün ve bir toplumsal geleceğin nasıl şekilleneceğine ilişkin bir tartışmadır.

Ve belki tam da bu nedenle, İTÜ’deki o alkış bir protestodan daha fazlasıdır. akademik özgürlüğün en temel ifadesi şudur: Bilgi, ancak özgürce üretildiğinde anlam taşır. Bu cendereden çıkmanın yolu halkın akademiye yapılan baskılara toplu halde tepki vermesi ve politikacıları uyarmasından geçiyor.

Ve bu cendereden çıkmanın yolu, halkın akademiye yapılan baskılara toplu halde tepki göstermesi ve politikacıları bu konuda uyarmasından geçer. Üniversite toplumdan kopuk değildir; toplumun sessiz kaldığı yerde üniversite de susturulur.

Entegrasyon Paradoksu Gerçek mi? Almanya’da Göçmen Çocukları Neden Daha Az Mutlu?

0

Almanya’da yaşam memnuniyeti 2025 itibarıyla yüksek bir düzeyde seyrediyor. Federal Nüfus Araştırma Enstitüsü’nün (BİB) son bulgularına göre, ülke genelinde ortalama yaşam memnuniyeti 10 üzerinden 7,1 civarında (https://www.bib.bund.de/DE/Presse/Mitteilungen/2025/2025-10-29-BiB-Monitor-Wohlbefinden-2025-Wie-zufrieden-sind-Ein-und-Ausgewanderte.html). Bu oran, geçen yıla kıyasla büyük bir değişim göstermiyor. Batı eyaletlerinde durağan, doğu eyaletlerinde ise hafif bir artış söz konusu. Ancak genel refah düzeyinin ardında önemli farklılıklar bulunuyor: Özellikle göçmen kökenli bireyler arasında kuşaklar arası farklar dikkat çekici (https://www.tagesspiegel.de/politik/zufriedenheit-sinkt-in-zweiter-generation-nachkommen-von-migranten-unzufriedener-als-selbst-eingewanderte-14693411.html).

Araştırmalar, Almanya’ya sonradan göç etmiş kişilerin, yani birinci kuşak göçmenlerin yaşamlarından görece daha memnun olduklarını ortaya koyuyor. Buna karşın, Almanya’da doğup büyüyen göçmen çocuklarının memnuniyet düzeyi hem ebeveynlerinden hem de göçmen kökeni olmayan akranlarından daha düşük. BiB verilerine göre, göç geçmişine sahip çocuk ve gençlerin yaşam memnuniyeti ortalaması 6,3 puana kadar düşüyor (https://www.zeit.de/gesellschaft/2025-10/integration-migration-zufriedenheit).

Bu bulgu, sosyolog Aladin El Mafaalani’nin “entegrasyon paradoksu” kavramını hatırlatıyor. Mafaalani’ye göre başarılı entegrasyon, aynı zamanda yeni bir gerilim potansiyeli yaratır. Çünkü göçmen kökenli yeni kuşaklar yalnızca topluma katılmakla kalmaz, söz sahibi olmak, yönetime ve karar süreçlerine dâhil olmak ister. Ancak bu beklentiler tam karşılık bulmadığında, aidiyet duygusu zedelenir ve memnuniyet azalır (https://www.mafaalani.de/integrationsparadox). Birinci kuşak, Almanya’yı genellikle kendi köken ülkeleriyle kıyaslayarak elde ettikleri kazanımlara odaklanırken; ikinci kuşak, toplumsal eşitliği ve kabulü doğal bir hak olarak gördüğünden eksiklikleri daha keskin biçimde algılıyor olabilir.

Bu durumun arkasında yalnızca psikolojik değil, yapısal nedenler de bulunuyor. Eğitimde fırsat eşitsizlikleri, iş piyasasındaki ayrımcılık, konut erişimi ve kimlik temelli dışlanma hâlâ belirgin. Dil yeterliliği, yüksek eğitim düzeyi ve istihdama katılım artık tek başına memnuniyeti garanti etmiyor. Aksine, topluma entegre oldukça farkındalık artıyor, beklentiler yükseliyor ve bu da daha fazla hayal kırıklığına zemin hazırlıyor.

Benzer bir tablo diğer göç ülkelerinde de görülüyor. Hollanda, Kanada ve ABD gibi ülkelerde yapılan araştırmalar, birinci kuşak göçmenlerin genellikle daha iyimser olduğunu; buna karşılık, ikinci kuşakların aidiyet ve kimlik meseleleriyle daha fazla mücadele ettiğini gösteriyor. Hollanda’da yapılan bir araştırmada, yüksek eğitimli ve iyi entegre olmuş göçmenlerin bile daha fazla ayrımcılık algıladıkları saptanmıştı (https://en.wikipedia.org/wiki/Integration_of_immigrants).

Almanya’nın kapsamlı entegrasyon politikaları, dil kursları, vatandaşlık reformları ve istihdam teşvikleri yaşam kalitesini genel olarak artırmış olsa da, bu politikalar her zaman ikinci kuşağın öznel refahını güçlendirmeye yetmiyor. Refah yalnızca ekonomik göstergelerle değil, bireylerin kendilerini toplumun değerli bir parçası olarak hissedip hissetmemeleriyle ölçülmeli.

Sonuç olarak, Almanya’daki genel yaşam memnuniyeti yüksek olsa da, göçmen çocuklarının daha düşük memnuniyet düzeyi, toplumsal bütünleşmenin yalnızca istihdam veya eğitimle sağlanamayacağını hatırlatıyor. Refah, yalnızca gelir veya güvenlik değil; aynı zamanda tanınma, eşitlik ve aidiyet duygusudur. Entegrasyonun ikinci aşaması, artık insanların yalnızca “yerleşmesi” değil, “kendini evinde hissetmesi” meselesidir. Bu nedenle yeni politikalar, özellikle ikinci kuşak göçmenlerin toplumsal katılımını ve öznel iyi oluşunu artıracak biçimde tasarlanmalıdır.

Almanya’daki Göç Tartışmalarında Rakamların Yükselmesi ve Sertleşen Söylem Kime Yarıyor?

0

Almanya’da göç konusu bugünlerde hem rakamlarla hem de siyasetin yönüyle dikkat çekici bir dönemeçte. 2024 yılı, Almanya’nın zorla geri gönderme (Abschiebung) sayısında son yılların en yüksek seviyesine ulaştı. Yıl boyunca 20.084 kişinin sınır dışı edildiği kayıtlara geçti; 2025’in ilk yarısında ise 11.807 kişilik yeni bir sınır dışı dalgası yaşandı (https://www.bundestag.de/presse/hib/kurzmeldungen-1109918). Bu artış, gönüllü dönüşlerin de hızlanmasıyla paralel bir görünüm sergiliyor: REAG/GARP ile 2024’te yaklaşık 10.225 kayıtlı gönüllü dönüş gerçekleşti, ayrıca eyaletlerin destek programları aracılığıyla 10.000’den fazla kişi ülkeyi gönüllü şekilde terk etti. İlk yarıda gönüllü geri dönüşler de yaklaşık 24.600 düzeyine ulaştı (https://mediendienst-integration.de/flucht-asyl/abschiebungen.html). Bu tablo, göçmen karşıtı söylemlerle sertleşen bir politikayı yansıtıyor.

Ancak tablo sadece tek yönlü değil. Almanya ekonomisi, göçmenlerin katkısı olmadan pek çok sektörde varoluşsal bir sıkıntıyla karşı karşıya. 2024 sonunda yabancı uyruklu çalışan sayısı 6,3 milyon olarak ölçüldü; bu da toplam istihdamın yaklaşık yüzde 16,1’ini oluşturuyor. Kurumların analizleri, Almanya’nın her yıl yaklaşık 400.000 net göçmen işgücüne ihtiyaç duyduğunu öne sürüyor (https://mediendienst-integration.de/migration/arbeitskraefte.html). Yani sert sınır politikaları ve göçmen karşıtı söylemler, ekonomi açısından ciddi bir çelişki yaratıyor. Göçmenlerin doldurduğu pozisyonlar (bakım, sağlık, inşaat, hizmet sektörü ve pek çok teknik meslek) yeri doldurulamaz nitelikte sayılıyor.

Siyaset alanında ise farklı bir dinamik işliyor. Başta iktidar ve diğer büyük partiler, göç karşıtı bir yaklaşım benimseyerek kendilerini alternatif olarak konumlandıran Alternative für Deutschland (AfD)’nin çizgisine yaklaşma eğiliminde. Ama siyasal bilim araştırmaları, ana akım partilerin radikal sağın çerçevesini benimsemesinin, radikal sağa gündem ve meşruiyet kazandırdığını ve nihayetinde seçmeni ikna etmekten çok, haklılaştırma etkisi yaratabileceğini gösteriyor. Bu bakış açısıyla değerlendirildiğinde, göçmen karşıtı stratejilerle AfD’nin eleştirisini “önlemek” isteyen yaklaşım, tam tersine ırkçı ve dışlayıcı söylemin altını çizme riski taşıyor (https://www.theguardian.com/world/2025/oct/18/german-far-right-setting-agenda-as-opponents-amplify-its-ideas-study-finds).  

Almanya’nın şu anda içinde bulunduğu durum, iki yönlü bir sorunsalla karşı karşıya: Bir yanda göçmen nüfusunun artan geri gönderme ve gönüllü çıkış oranlarıyla birlikte göçmen politikalarının sertleşmesi; öte yanda göçmenlerin ekonomideki önemi, yerlerinin kolay dolmayacağını ortaya koyuyor. Bu çelişkili görünüm, ülkenin göç ve entegrasyon stratejisi açısından bir kırılma noktasına işaret ediyor. İktidar partilerinin, AfD karşısında kendi prestij ve konumlarını korumak adına göçmen karşıtı politikaları yumuşak ya da geçici çözümlerle uygulaması, hem ekonomik hem de toplumsal açıdan sürdürülebilir değil.

Gerçek fayda, göçmen karşıtı söylem ve politikalardan ziyade göçü yöneten, şeffaf ve kapsayıcı mekanizmaların geliştirilmesinde yatıyor. Hızlı tanıma süreçleri, işgücü göçü için öngörülebilir ve adil yollar, yerel düzeyde entegrasyonu destekleyen programlar… Bunlar göçmenlerin ülkeye katkısını artırırken, kamu güvenliği ve toplumsal uyumu da zedelemeden ilerlenmesini sağlayabilir (https://www.tagesschau.de/wirtschaft/arbeitsmarkt/einwanderer-mangelberufe-wirtschaft-100.html). Irkçı ve dışlayıcı söylemler Türkiye, Suriye, Eritre gibi farklı ülke kökenlerinden gelen doktor, hemşire, teknisyen ve eğitimli işgücünün entegre olmasını zorlaştırır. Oysa ekonomik ve demografik ihtiyaçlar göz önüne alındığında, bu tür bir entegre yaklaşım Almanya için daha mantıklı ve sürdürülebilirdir.

Bugünün Almanya’sı için kritik soru şu: Geri gönderme rekorlarının ve gönüllü dönüşlerdeki artışın yankılarıyla göçmen politikalarını sıkılaştırmak mı yoksa göçü yapılandırmak ve fırsata çevirmek mi? Cevap, mevcut veriler ışığında belli görünüyor: Sertleşme, geçici bir tepki yaratabilir ama uzun vadede hem ekonomiye hem de toplumsal uyuma zarar verebilir. Öte yandan, göçü yönetilebilir hale getiren, entegrasyonu destekleyen ve emeğin değerini görebilen bir yaklaşım Almanya için hem rasyonel hem de etik bir tercih olacaktır.

Devlet Okulu Omurgası Sağlam Olmakla Birlikte Almanya’da Matematik ve Fen becerilerinde Dramatik Düşüş Var

0

Almanya, zorunlu ve ücretsiz ilköğretim-lise yapısını görece eşitlikçi biçimde yürütmüş, özel okul oranı birçok ülkeye göre düşük kalmış bir ülke. Buna karşın öğrenme çıktılarında son yıllarda ivmeli bir düşüş var. 2022 PISA (Program for International Student Assessment) verileri de Almanya’nın matematik ve okumada ölçümlerin başladığı 2000’den beri en düşük seviyeye gerilediğini göstermişti. 16 Ekim 2025’te yayımlanan IQB (Institut zur Qualitätsentwicklung im Bildungswesen) raporu, Almanya’da 9. sınıf öğrencilerinin matematik ile biyoloji-kimya-fizik derslerindeki performansının 2018’e kıyasla belirgin biçimde gerilediğini gösterdi. Sonuçlar, zaten 2022 PISA verilerinin işaret ettiği gerilemeyi teyit ediyor (https://www.destatis.de/DE/Themen/Laender-Regionen/Internationales/Thema/bevoelkerung-arbeit-soziales/bildung/PISA2022.html).

IQB, 2018’e göre matematikte yaklaşık 24 puanlık gerileme tespit etti; fen alanlarında da (biyoloji, kimya, fizik) benzer ölçüde düşüş var. Bu fark, yaklaşık bir eğitim yılı düzeyinde öğrenme kaybına denk düşüyor.  Rapora göre 9. sınıf öğrencilerinin %24’ü matematikte, %25’i kimyada, %16’sı fizikte, %10’u biyolojide Ortaokul Diploması (MSA) için öngörülen asgari standartları dahi karşılayamıyor (https://www.tagesspiegel.de/wissen/lernruckstand-in-ganz-deutschland-neue-bildungsstudie-zeigt-dramatischen-absturz-in-mathe-und-naturwissenschaften-14582699.html).

En iyi performans Saksonya ve Bavyera’da. Bazı eyaletler ise federal ortalamanın belirgin biçimde gerisinde. Hamburg, ülke genelindeki düşüşe rağmen sonuçlarını görece daha iyi koruyan eyalet oldu (https://www.news4teachers.de/2025/10/iqb-bildungstrend-2024-das-ranking-so-schneiden-die-einzelnen-bundeslaender-ab/).

Almanya’da özel okul oranı görece düşük seviyelerde seyrediyor. İlkokul düzeyinde özel okulda öğrenim gören öğrencilerin oranı yaklaşık %5,3, tüm okul düzeylerinde özel okula gidenlerin oranı da yaklaşık %7 civarında (https://data.worldbank.org/indicator/SE.PRM.PRIV.ZS?locations=DE). OECD ülkeleri genelinde ise ilkokul düzeyinde yaklaşık %12, orta düzeyde %15 ve üst ortaöğretimde %20 dolaylarında özel okul oranı görülmekte (https://www.diw.de/de/diw_01.c.453944.de/publikationen/weekly_reports/2009_29_1/private_schools_in_germany__attendance_up__but_not_among_the_children_of_less_educated_parents.html). Dolayısıyla Almanya’nın kamu-okul ağırlıklı sistemini koruduğu ve özel okulların yaygınlığı açısından birçok karşılaştırılabilir ülkenin altında yer aldığı söylenebilir.

IQB-2024 sonuçları, Almanya’nın onlarca yıldır gurur duyduğu kamu temelli eğitim modelinde ciddi bir alarm eşiğine gelindiğini gösteriyor. Matematik ve fen bilimlerinde bir eğitim yılına varan öğrenme kayıpları, yalnızca pandeminin değil, uzun süredir biriken yapısal sorunların da yansıması. Öğretmen açığı, eyaletler arası müfredat farklılıkları, dijital altyapı eksiklikleri ve sosyo-ekonomik eşitsizlikler, artık birbirini besleyen bir döngü oluşturmuş durumda.

Federal düzeyde açıklanan planlarda, öğretmen arzını artırmak (https://www.kmk.org/themen/allgemeinbildende-schulen/lehrkraefte/lehrkraeftebedarf.html), okul saatlerini yeniden düzenlemek (https://www.schulministerium.nrw/presse/pressemitteilungen/iqb-bildungstrend-2024-nordrhein-westfalen-hat-einen-klaren-kompass-fuer) ve özellikle dil yetersizliklerine yönelik destek programları öne çıkıyor. Bazı eyaletler, örneğin Hamburg ve Saksonya, müfredatta matematik ağırlığını artırma ve öğrenme açığını bireysel takiple kapatma girişimlerini başlattı. Ancak bu çabaların kalıcı sonuç verebilmesi için, ülke genelinde ortak bir kalite ve izleme sistemine ihtiyaç var (https://www.deutschlandfunk.de/lehrermangel-deutschland-bildung-100.html).

Almanya hâlâ dünyanın en kapsayıcı eğitim sistemlerinden birine sahip. Ancak mevcut göstergeler, bu başarının sürdürülebilirliği için yapısal bir yenilenmeye ihtiyaç olduğunu gösteriyor. Akademik Solidarity’nin perspektifinden bakıldığında, eğitimdeki bu gerileme yalnızca pedagojik değil, toplumsal eşitlik ve fırsat adaleti açısından da kritik bir sinyal niteliğinde. Devlet okullarındaki başarının düşmesi, insanları daha çok özel okullara yönlendirebilir. Almanya’nın eğitimindeki toplumsal yükü taşımak yalnızca öğretmenlerin değil, aynı zamanda yerel yönetimlerin, üniversitelerin ve sivil toplumun ortak sorumluluğudur.

Yıkımın Küllerinden Bilim ve Barışa Nobel İronisi

0

Her yıl Ekim ayında açıklanan ve insanlığın farklı alanlarında en büyük katkıları tanımlamayı amaçlayan Nobel ödülleri bu yıl da dünya gündemini meşgul ediyor. Alfred Nobel, 1833–1896 yılları arasında yaşamış bir İsveçli kimyager, mühendis ve sanayiciydi. Nobel, patlayıcı icatlarıyla büyük bir servet biriktirdi. Ancak bu başarı patlayıcı teknolojilerinin yarattığı yıkım ile ilişkilendirildi. Hatta bir Fransız gazete 1888’de Nobel’in ölümüyle ilgili yanlış bir veda ilanı yayımlamış ve “Ölüm taciri öldü” başlığı atmıştı (https://www.biography.com/inventors/a45977855/alfred-nobel). Nobel’in, bu durumdan etkilendiği ve vasiyetinde mal varlığının büyük kısmını insanlığa en büyük faydayı sağlayanları ödüllendirmek üzere tahsis ettiği belirtiliyor (https://www.nobelprize.org/).

Nobel ödülünü kazananlar, genellikle ilgili alanda uzun süreli, çığır açan araştırma ya da eylem geçmişine sahip kişiler ya da kurumlardır (https://www.britannica.com/topic/Nobel-Prize/The-prizes). Hem Nobel Bilim Ödülleri’ni alan araştırmacılar hem de Barış Ödülü’nü alan aktivistler çok farklı arka planlara sahip olabilmektedir. Ancak esas tema olarak “dünyayı veya insanlığı daha iyiye götürme yönünde katkı” ön planda tutulmaktadır.

Alfred Nobel’in en bilinen icadı dinamittir: nitrogliserin gibi patlayıcı bir maddeyi daha güvenli ve stabilize bir biçimde kullanıma sokmuştur. Ancak bu icat, özellikle savaş ve yıkım için de kullanılabilir hale geldi. Nobel’in icatlarının bu olumsuz kullanımıyla ilgili bastırdığı hislerin ve kamuoyundaki algının kendisini derinden etkilediği belirtilmektedir (https://www.sciencehistory.org/education/scientific-biographies/alfred-nobel/). İronik bir şekilde, bu patlayıcı icatların milyonlarca insanın ölümüyle doğrudan ya da dolaylı bağlantısı olabileceği düşünüldüğünde, bir silah teknolojisinin mucidi, barış ödüllerinin fonunu oluşturuyor.

Nobel ödülleri, Fizik, Kimya, Fizyoloji ya da Tıp, Edebiyat ve Barış alanında verilmektedir. Bu yılın Kimya Ödülü, “metal-organik çerçeveler” (MOF’ler) alanındaki çığır açan çalışmaları nedeniyle üç kişiye verildi: Omar M. Yaghi, Susumu Kitagawa ve Richard Robson (https://www.washingtonpost.com/world/2025/10/08/nobel-prize-palestinian-omar-yaghi-chemistry/). Yaghi, Filistinli mülteci bir ailenin çocuğu. İsrail’in Filistin’de son yıllarda yaptığı yıkım dikkate alındığında bu durum, “mülteci kökenli bir bilim insanının en prestijli ödüllerden birini kazanması” bağlamında güçlü bir sembol niteliği taşıyor.

Barış Ödülü’nü ise bu yıl “Venezuela halkının demokratik haklarını savunmak için yorulmak bilmez çabaları ve diktatörlükten demokrasiye adil ve barışçıl bir geçiş için verdiği mücadele” nedeniyle Venezuela muhalefet lideri María Corina Machado aldı.

Diğer taraftan, Donald Trump’ın Nobel Barış Ödülü adaylığı konusu ve Beyaz Saray web sayfasında kendisini “barış elçisi” olarak tanıtması büyük tartışma yarattı. Trump, altı ülkede savaşı durdurduğunu iddia ediyor, ancak ödül komitesinin objektif kriterleri temel aldığına dair açıklama geldi (https://www.theguardian.com/us-news/2025/oct/10/trump-nobel-peace-prize-reaction).  

Akademik dayanışma, göç, akademik sürgün ve forced migration temalarıyla çalışan bir dernek olarak, bu yılki Nobel sonuçları bize birkaç önemli mesaj veriyor. Mülteci geçmişli bilim insanları da en prestijli ödülleri alabiliyor. Bu durum göç ve akademik entegrasyonun olumlu örnekleri açısından çok değerli. Diğer taraftan demokrasinin, insan haklarının ve barışın ödüllendirilmesi yönünde küresel bir vurgunun halen geçerli olduğunu görmek de siyasi baskı ve otoriter rejimlerin çoğaldığı dünyamızda oldukça anlamlı.