Doktorun Ölümü
Doktorun Ölümü

Doktorun Ölümü

Doktorun Ölümü

Vedat Bilgiç*

Dr. Haluk Savaş anısına…

Bir insan ömrünü neye vermeli, harcanıp gidiyor ömür dediğin,

yolda kalan da bir yürüyende bir, savrulup gidiyor ömür dediğin.

Yüreğin ürperir kapı çalınsa, esmeyen yelinden hile sezerler,

künyeler kazılır demir sandıkta. Harcanıp gidiyor insan dediğin…

(Bir Zülfü Livaneli şarkısı. 1980, İsveç)

Haluk hoca bilimsel çalışmalarının yanında hepimize çok değerli bir miras bıraktı. O miras savaşarak yazdığı kendi ‘hikayesi’. Nesilden nesile yaşayacak olan hikayesini bir ibret olarak yaşayarak yazdı… Tarihte ne ilk ne de son kişiydi Haluk hoca hak etmediği şekilde suçlanan. Gömleği arkadan yırtılan Yusuf’tan, Sokrates’e kadar sayısız örneği olan bir hikayenin devamı gibi… Hak etmediği bir suç ile suçlanarak hakları gasp edilen masum insanların sembol ismi Haluk Savaş, hem metaforik anlamıyla sosyal açıdan, hem de gerçek anlamıyla ruhsal sağlık açısından bu toplum için bir hekimdi. O, kolektif bir saldırganlık ve dolaylı bir cinayet ile öldürüldü. Eğer yazıyı okumaya katlanabilirseniz bu suça bulaşanlardan biri olup olmadığınızı anlayacaksınız. Kendini insanların sağlığına adamış bir insanın terör suçu ile suçlanması- tam da bu zıtlık nedeniyle-bir insana yapılacak en büyük ruhsal saldırıdır. İşte, bu kontrastın radyoaktif ışıması her insanın savunma sistemini çökertmeye yetecek büyük bir stres oluşturur.

Bir şey çok dikkat çekici; bu süreçte gözaltında kalan, tutuklananlardan ne kadar çok hastalanan oldu. Kimi kalp krizi geçirdi, kimi kanser oldu. Psikiyatrik sonuçlarını belki yıllar sonra göreceğiz ancak bedensel hastalıkların ağır psikolojik streslerle ne kadar bağlantılı olduğunu apaçık gördük.

Doktorluk mesleği, kültürden ve çağdan bağımsız en saygın mesleklerden biri olmasının sebebi insanın en temel ihtiyacına, hayatta kalma çabasına yaptığı katkıdır. Kendim bir hekim olmama rağmen hastalandığımda, kendim hasta rolündeyken doktoruma karşı hissettiğim duyguyu hatırlıyorum. Bu duygu kökü çok derinlerde ve geçmişteki çocukluk deneyimlerimdekine benzer olduğunu fark ettim. Sadece doktora değil tüm sağlık çalışanlarına öfkenin kökleri de ‘bakımveren’ ile ilişkideki patolojilere dayanır. Peki, bir toplum her açıdan kendi sağlığı için uğraşan hekimleri veya metaforik anlamda her açıdan iyileştirici rolü olan bireylerini öldürüyorsa buna ne denir? Benim cevabım; dolaylı intihar veya ebeveyne öfke. Evet, çocukluk çağındaki ‘patolojik bağlanma’ onunla mezara kadar gidecek erken dönem travmalarının nedenidir. Bunun sonucunda kişilik bozuklukları meydana gelir.

Toplumdaki etnik, kültürel, dini, coğrafi gibi sosyal grupların devletle olan ilişkisine sosyolojik olarak bakarsak, bu tam da çocukluk çağı ‘güvensiz bağlanma’ durumuna benzer. Bu nedenle kimi paranoyak, kimi çekingen-ürkek, kimi narsist, kimi antisosyal, kimi şizoid, kimi obsesif, kimi kaygılı ve kimi histrionik çeşit çeşit çocukları olmuştur devlet ananın. Hepsi bir birinden oldukça farklı olsa da hepsi aynı şeyi ister ana’nın tahtına oturup bahtına sahip olmak. Ve bu sihirli taht yanına yaklaşanı büyüsü ile kendine benzeten bir sihri vardır. Sanki bir masalın içindeymişiz gibi durmadan tekrar eder durur aynı süreçler. Zaten kuraldır ‘yüzleşilemeyen patoloji ve çözülmeyen travma daha güçlü şekilde geri gelir’. Elbette tekrar geri gelecek, her on yılda bir olduğu gibi…

İnsan psikolojisini anlamaya çalışan biri olarak toplum ve insanların böyle haksızlıklar karşısında aldığı tutumu anlamaya çalışıyorum bu yazıda. İnsan ruh uzayının sırlarını çözemediğimiz için sanat adlı teleskopla bakıp gördüklerimi yazdım. Biraz farkındalık talep edenlere 12 Kızgın Adam filminin merceğinden bakmalarını önereceğim

Her şeyde olduğu gibi kötülüğün de bilinçli, tasarlanmış ve doğrudan olanı vardır bir de bilinçsiz, spontane ve dolaylı olanı. Örneğin bir cinayet suçlusu bile bu ayrıma göre idam veya müebbet cezası da alabilir ya da tümden beraat edebilir. 12 Kızgın Adam filmi derin bir analiz yaparak başkalarını yargılarken nasıl yanıldığımızı bilinçsiz veya dolaylı olarak kötülüğü üstlendiğimizi anlatıyor. Bence okullarda değerler eğitimi gibi derslerde böyle temaları olan bu tür filmler izletilip analizleri yapılmalı. Bu kuşaklar için bir umudum yok ancak gelecek kuşaklar belki bu sayede kendi zihin sınırlarından dışarı çıkma fırsatı bulurlar.

Filmde cinayet ile suçlanan bir çocuk vardır ve bütün deliller çocuğun ve geçmiş hikayesinin her şeyiyle, suçlunun çocuk olduğunu göstermektedir. 12 kişilik jüri karar için toplanmıştır. Verecekleri karar çocuğu elektrikli sandalye ile idama götürecektir. Çok net bir vaka olduğu için jüriye katılan üyeler çok kısa bir sürede karar çıkacağından emindirler. Hava çok sıcak ve jüri üyelerinin aklında birkaç saat sonra başlayacak maç vardır. Hepsi çocuğu suçlu bulur, ama bir kişi hariç. Film ilerledikçe detaylara odaklanınca aslında hikayenin pek de göründüğü gibi olmadığı ortaya çıkar. Aslında ortada iki hikaye vardır. Birincisi iddia makamının çocuğu suçlamak için kurguladığı, diğeri ise çocuğun kendini aklamak için anlattığı hikaye… Peki bunlardan hangisine inanmalıyız.

Akıl, göz gibidir ve çok kolay illüzyona uğrar. Sadece akıl mı?. ‘Düşünceler karanlık ormandan fırlayan hayvanlar gibidir’ der C.G. Jung. Ve bir de algılarımız var ve algılarımıza ne kadar güvenebiliriz? Zira algı aktif bir eylemdir çünkü zihnimizin bir niyeti ve beklentisi vardır, bu nedenle uyaranları seçerek kendi tasarımına en uygun olanı alır. Zaten bu nedenle akıl hastaları kendi hikayelerine inanır. Ama esas tehlikeli olan sağlıklı insanların algı ve düşüncelerindeki çarpıtmalardır zira onların inananı mutlaka çıkar. İnsanların çoğu kendi bozuk algı ve düşünce hapishanelerinde idraklarına vurulmuş pranga ile müebbette mahkum yaşar giderler. Onlar için herhangi bir kaçış umudu yoktur. İşte, insan kendi zihnindeki tasarıma en yakın olana inanır. Filmde bir jüri üyesi kendi oğluyla olan çatışmaları, çocuk mahkuma yansıtır. Aslında şunu çok net söyleyebilirim; hepimizin içinde kurulmuş bir mahkeme vardır ve biz orada kendimizi yargılamaktan kaçmak için o sanık sandalyesine dışarıdan başkasını oturturuz. Yargıladığımız bizim kendi öfkelerimiz, günahlarımız ve suçluluk duygumuzdur. Başkasına yansıtarak arınma ararız ama bu arınma ateşin arındırması gibidir. Oysa cehennemin alevleriyle kendimizi arındırmaya çalıştığımızı anlamadan iç yangınımız sönmez. Filmde böyle bir yansıtmayı kırmak için ‘kendiniz o sandalyede oturuyormuş gibi düşünün’ der oyuncunun biri. Zan’ın cinayetten daha büyük bir günah olduğunu net olarak anlamamızı sağlar. Dedikodu ve iftiranın da kendi günahlarımızı başkalarına yansıtarak yargılama olduğunu, kendi kötü yönlerimizi yadsıyarak rahatlamanın bir ateş arınması olduğunu da. Oysa insanı sadece duru bir su ile arınabilir, ateş ile değil.

Tıpkı filmde olduğu gibi ‘mahşeri vicdan’ diye tarif edilen toplumun kolektif algısı bazen illüzyona uğrar. Bu süreçte şuna şahit olduk; toplumun geneli kesin bir delil olmadan yapılan suçlamalara, birlerinin kendi suçlarını bastırmak için söylediği yalanlardan oluşan ‘kötü bir hikayeye’ inanmayı seçti. Kesin bir delil olamadan oradan buradan toplanan iftira parçalarından kendi pazıl’larını yaptılar. Aslında o pazıl’ın kendi suretlerini resmettiği gerçeğiyle bir gün yüzleşecekler. O yüzden attıkları her iftirayı bir bir yaşamaları kaçınılmaz.

Adı konmamış idamlara ve müebbetlere gözlerini kapattı insanlar. ‘İdam’ diyorum çünkü bir insanın hak etmediği, atf-ı cürümler veya işkenceyle ağır strese maruz bırakıp, kanseri tetiklemek ile, idam mahkumunun sehpasını tekmelemek arasında ne fark var? ‘Müebbet’ diyorum zira her şeyini elinden aldığınız kişinin ve ömrünün son günlerini hapishane hücrelerinde geçirmesi ile müebbet nedeniyle yaşlanarak hapiste ölmek arasında ne fark var?

Filmden öğrendiğim temel hukuk kurallarından birisi ‘makul şüphe’ kavramı sadece suç için değil ‘suçsuzluk’ için de kullanıldığıdır. Yani birinin suçsuz olduğuna dair makul şüphe varsa suçlu ilan edemezsin; her insan suçluluğu kesin delillerle ispat edilmedikçe suçsuzdur.

Evet bu süreçte Haluk hocanın suçsuz olduğu mahkeme tarafından tespit edilse de işini ve sağlığını geri alamadı. Pasaportu için savaşması gerekti. Yani O da diğer binlerce masum gibi suçsuzluğuna dair makul şüpheler olmasına rağmen dolaylı bir idama mahkum edildi. Savaşarak ve kendi hikayesini miras bırakarak gitti. O artık onurlu bir mücadelenin, gerçek hikayesinin, unutulmayacak bir kahramanı…

*Dr. Vedat Bilgiç, Psikiyatri ve Psikoterapi Uzmanı

Kaynak: http://www.politurco.com/death-of-the-doctor.html

Print Friendly, PDF & Email